Çalışmalarımız doğrultusunda yapmış olduğumuz araştırmalar sebebiyle Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarını yakından inceliyorum. Özellikle bu kuruluşların kendimize model, örnek alabileceğimiz çalışmaları ve işleyişi noktasında; yönetim anlayışına, faaliyet alanlarına, lobi faaliyetlerine, üye yapısına, tanıtım ve iletişim çalışmaları, kampanyalarına ve de kuruluş amaçlarını doğrultusunda aktif katılımcılığa ne kadar yer verdiğine dikkat ediyorum. Bu araştırmalarım ve son zamanlarda izlemiş olduğum “Devrim Arabaları” sinema filminin ve sonrasında TEGV hakkında yaptığım araştırmalarda gerçekten çarpıcı tesadüflere(!) rastladım. Bu bilgileri sizlerle paylaşmak isterim…

Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV), başta Suna Kıraç olmak üzere, eğitimin her şeyin başı olduğuna yürekten inanan bir grup sanayici, yönetici ve akademisyenin girişimi ile “devlet tarafından verilen temel eğitime destek olmak” amacıyla 23 Ocak 1995 tarihinde kuruldu (web sitesinden alınmıştır). TEGV, 1995 yılında kurulurken, bu kuruluşta dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in doğrudan destek verdiği bilinmektedir. Türkiye’de izin almadan yardım toplama yetkisine sahip olan 20 tüzel kişilikten ve 9 vakıftan biri olarak 24.06.2009 tarihinde bu yetki hakkını yenilenmiştir.

TEGV, bugün ülkemizin karşı karşıya bulunduğu birçok sorunun temelinde eğitim yetersiz bulan, bu sorunu çözmeden çağdaş uygarlık seviyesine ulaşılmasının mümkün olmayacağına inanan ve buna katkıda bulunmak azmi ve arzusu etrafında birleştiğini açıklayan 55 kişilik bir mütevelli heyetiyle kuruldu. Bu 55 kişilik mütevelli heyeti topluluğunu bir araya getirip, mal varlıklarını toplandığımızda ne kadar büyük bir kısmına sahip olduğunu göreceğiz. Bu bakış açısıyla, TEGV’in neredeyse her şehirde olan yapılanmasının arkasında kimlerin, nasıl bir güçle bulunduğunu anlayabiliriz. İşin ilginç olan yanı, TEGV’in izin almadan yardım toplama yetkisine sahip bir vakıf olarak, vergiden de muaf bir şekilde çalışmalarını yürütüyor. Vakıf üyesi  bu üye iş adamlarının yaptıkları bağışlar sonrasında yine sahibi oldukları şirketlerinin vergisinden düşebiliyorlar. Yani vergi ödenmeyen bir para var söz konusu ortadan dönmekte olan.

Suna Kıraç, 1941 yılında Ankara’da doğmuştur. Vehbi Koç’un kızıdır. Öğrenimini Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nin ardından Boğaziçi Bankacılık ve Finansman bölümünde tamamlamıştır. İngilizce ve Fransızca bilmektedir. İnan Kıraç ile evli olan Suna Kıraç çiftinin bir de çocuğu vardır. TEGV’in 1995 yılında kurulmasının ardından 23 Eylül 1997’de Bakanlar Kurulu kararıyla Suna Kıraç’a “Devlet Üstün Hizmet Madalyası”, Süleyman Demirel tarafından takılmıştır. Süleyman Demirel’in hangi bilinmez gruplara üye olduğu ile ilgili spekülatif konulardan bahsetmek istemiyorum, siz araştırabilirsiniz. 1960’dan itibaren babası Vehbi Koç’a yardımcılık görevi ile Koç Holding bünyesinde iş yaşamını sürdüren Suna Kıraç, son olarak yönetim kurulu başkan vekilliği yapmıştır. Basında çok yer almamasına rağmen sızan haberlere göre biliyoruz ki kendisi amansız bir hastalık ile mücadele etmekte ve yatağa bağımlı yaşamaktadır. “Ömrümden Uzun İdeallerim Var” kitabını yazmıştır. Bu kitaba ilerleyen bölümlerde atıfta bulunacağız.

İnan Kıraç, 1937 yılında Eskişehir’de doğmuş. Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra Londra’ki “City College of Business”ta okumuştur. Ardından Vehbi Koç’un kızı Suna Kıraç (Koç) ile evlenir ve kızları İpek Kıraç dünyaya gelir. Tabi Koç grubu bünyesinde de üst düzey yöneticilik görevleri almıştır. İnan Kıraç, Galatasaray Eğitim Vakfı kurucusu ve başkanı olarak, Galatasaray Lisesi’nin gelişmesi, Galatasaray Ortaöğretim Okulu’nun açılması, Galatasaray Üniversitesi’nin kurulması (1992) ve Türk – Fransız ilişkilerinde üstlendiği önemli rol nedeniyle, Fransa Cumhuriyeti Devlet Başkanı tarafından 14 Aralık 1997 tarihinde Legion d’honneur nişanı’nın “Officier” rütbesine layık bulunmuştur. Gördüğünüz üzere üstün hizmet madalyaları bol olan bir aile, TEGV’in kuruluşunu sağlayan. Buraya kadar her şey güzel görünüyor, ancak araştırmalara devam edince birbirine girmiş başka ilişkilere rastlıyoruz. Gelin görelim…

İnan Kıraç, Ali Numan Kıraç’ın iki oğlundan biri. Bir de abisi vardır, Can Kıraç, 1927 Etimesgut doğumlu. Can Kıraç, 1946 yılında Galatasaray Lisesi’ni ardından Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ni bitirmiştir. Aynı yıl, Ankara’da Koç Ticaret Şirketi Otomobilcilik Şubesi’nde, Bernar Nahum’un “çırağı” olarak çalışma hayatına atılır. 1949-1950 yıllarında, üniversite öğrencisiyken, Türkiye Milli Talebe Federasyonu başkanlığı yapar. 1952 yılında Atatürk ilkelerine bağlı kalınması adına (kendi söylemidir) yazdığı bir makaleden dolayı “Türk halkını isyana teşvikten” sanık olur. 1960’lı yıllarda İzmir Ticaret Odası Yönetim Kurulu üyesi olarak “planlı karma ekonomiyi” savunur. 70’li yıllarda, basında ve panellerde “Montaj Sanayiinin” avukatlığını yapar. TÜSİAD‘ın kuruluş hazırlıklarını yürüten komitede çalışır ve 80’li yıllarda “Koç’un Can”ı olur! 1991 yılında Süleyman Demirel’in politikaya girme davetini kabul etmez “Başkanlık tutkusunu” söndürür ve 1991 yılı sonunda da kendi isteği ile kırk bir yıllık “profesyonellik” hayatını noktalar.

Can Kıraç kendi kalemiyle hayallerini şöyle tarif ediyor: “İnsanlarla ilişki kurmak bana hep heyecan ve keyif vermiştir. İnsanları anlamaya, onların düşünce dünyalarına ulaşabilmeye daima özlem duymuşumdur. Hayatımın bundan sonraki bölümünde; yazarak, konuşarak, insan olmanın zevkini yaşıyorum, özgürlüğün coşkusu ile kucaklaşıyorum. Bu duygularla “Hayatın Yeni Sahilinden” sizlere sevgilerimi sunuyorum.”

Can ve İnan Kıraç’ın babası ise Ali Numan Kıraç’tır. 1897 yılında Bursa’da bir posta idaresinde memur olan Süleyman Bey ile Zekiye Hanım’ın oğlu olarak dünyaya gelen Ali Numan Bey, Afyon İdadisi ve Bursa Ziraat Mektebi’nden mezun olmuştur. 1920 yılında Bursa Ziraat Mektebi’nden başlayan öğretmenlik hayatına, 1926 yılından itibaren bugün Atatürk Orman Çiftliği diye bilinen Gazi Çiftliği’nde devam etmiştir. Amerika’da eğitim gördükten sonra Türkiye’ye dönmüş, ziraat alanında bir çok önemli kurumda yöneticilik görevlerinde bulunmuştur. Son olarak Atatürk Orman Çiftliği Genel Müdürlüğü görevinde bulunduktan sonra 1951 yılındı emekli olmuştur.

Ali Numan Kıraç, İkinci Dünya Savaşı’dan sonra Amerika Birleşik Devletleri tarafından başlatılan Marshall Planı yardımının Türkiye’ye yönelik “Tarımın Makineleşmesi Programının” uygulanmasında, Tarım Bakanlığı adına eşgüdüm çalışmalarını yönetmişti.

Ali Numan Bey, Eskişehir’de bulunduğu yıllarda Halkevi Başkanlığı yapmış, Gazi Çiftliğinde başlayan Mustafa Kemal sevgisinin ve Atatürk ilkelerine olan bağlılığının gereğine uyarak da 1946 yılı milletvekili seçimlerinde CHP adayı olmuş, ancak, Demokrat Partinin ağır topları Hasan Polatkan-Kemal Zeytinoğlu-Emin Sazak ekibi karşısında meclise girememişti. Menderes Hükümeti’nin ilk Tarım Bakanı Nihat Eğriboz, yakından tanıdığı meslekdaşı Ali Numan Kıraç’ı, CHP’nin milletvekili adayı olmasına rağmen Devlet Üretme Çiflikleri Genel Müdürlüğü görevine yeniden atadığı için Başbakan Menderes ile ters düşmüş, bütün ısrarlara rağmen Ali Numan’ı görevden almayı kabul etmemişti. Bu durumda, Adnan Menderes başbabakanlıktan istifa ederek Nihat Eğriboz’u kabine dışında bırakarak Nedim Ökmeni Tarım Bakanlğına atamıştı. Tarım Bakanı Ökmen’in ilk icraatı da Ali Numan Kıraç’ı emekliye sevketmek olmuştu (Ekim 1951)

Gazi Paşa, kendisine yapılan bir tavsiye üzerine, Ankara-Keçiören yolunda Kalaba köyü yakınında iki katlı bir binada kurulmuş olan Ziraat Mektebinde öğretmenlik yapan Ali Numan Bey’i Etimesgut’a davet etmiş, ona Türk tarımının kalkındırılması için düşündüğü atılımları anlatmış; “Bu çiftlik, memlekette çağdaş ziraat usulünü yerleştirmek için örnek teşkil edecektir.” demişti diyor Can Kıraç ve ekliyor “Babam, 1926 yılındaki bu ilk buluşmada, Mustafa Kemal’in Türk çiftçisi için açmak istediği yolun önemini kavramış, hemen Gazi Çiftliği’nde çalışmalara başlamıştı”. Ali Numan Kıraç’ın ilk çocuğu Can’ın isim babası ise, Etimesgut’taki Gazi Çiftliği’nde dünyaya gelmesi üzerine, Gazi Mustafa Kemal olmuştur.

Koç ailesine gelecek olursak, ki konuyu TEGV özelinde toplamak isterim. Vehbi Koç, çalışma hayatına, 1917 yılında babasının onun için açtığı küçük bakkal dükkanında ayakkabı lastiği, şeker, kaşar peynir, zeytin, makarna gibi mallar satarak başladı. “Koçzade Ahmet Vehbi” adlı ilk firma Ankara Ticaret Odasına 1926 yılında tescil edilmiştir. Ticaret ile uğraşırken, 1928 yılında Ford Motor Company ve Standart Oil (şu anda Mobil)’in yerel temsilcisi oldu. Ankara başkent olunca, ortaya çıkan yapılaşma ihtiyacını görerek, yapı malzemeleri işine girdi. İstanbul’da ve Eskişehir’de (1938) şubeler açtı, Koç şirketlerini Koç Ticaret A.Ş. ‘nin altında topladı.

General Electric ile 1948 yılında yapılan anlaşma ile 1952 yılında açılan ampul fabrikasını yaptı. Koç 1950 yılında çok büyük bir adım atarak otomobil, ev aletleri, radyatör, elektronik cihazlar, tekstil üretimine başladı. Bozkurt Mensucat, Arçelik (1955), Demir Döküm (1954), Türkay, Aygaz (1962), Siemens ile ortak kablo fabrikası, Gazal, Türk Elektrik Endüstrisi gibi işletmeler kuruldu. Ayrıca traktör üretimine Fiat lisansı altında başladı. Otomotiv sektöründe ilk girişim Koç tarafından tam ölçekli bir sanayi dönüştü. Ford Motor Company ile yapılan anlaşmadan sonra 1959 yılında kamyon montajına başlandı ve bugünün önde gelen otomotiv şirketi Otosan’ın kurulmasını sağladı. Vehbi Koç 1963 yılında tüm Koç şirketlerini Koç Holding A.Ş. çatısı altında topladı. İlk yerel seri üretim araba Anadol 1966 yılında üretildikten sonra Türkiye’de ekonomik faaliyetlerini iyileştirilmek üzere Vehbi Koç, Fiat ile anlaşarak Tofaş’ı kurdu ve ikinci yerli araç olan Murat’ı 1971 yılında üretti.

Peki Vehbi Koç kimlerle ortaklık etti, kimlerle birlikte Koç grubunu bugünkü olduğu, Türkiye’nin en çok kazanan, en karlı şirketler topluluğu haline getirdi. Tek bir isim gözümüze çarpıyor: Bernar Nahum. Nahum, 1911 yılında İstanbul’da doğdu. 11. sınıfa kadar Musevi Lisesi’nde öğrenim gördükten sonra, 1 Haziran 1928’de (daha 17 yaşında) İstanbul’da Ottaş Şirketi’nde çalışmaya başladı.  Taa ki 1944 yılına kadar. 1 Ocak 1944 tarihinde, 2. Dünya Savaşı’nın sürdüğü o dönemlerde,  Ankara’da bugünkü Koç Topluluğunun çekirdeğini oluşturan Koç Ticaret A.Ş.’de Otomobil Şubesi Müdürü olarak göreve başladı.

Bernar Nahum, henüz 17 yaşını bile doldurmamıştı, ama çocukluğundan beri çok ilgi duyduğu otomobil işine ilk adımını atmaya hazırlanıyordu; babası, Tünel tarafında Buick marka otomobil acenteliğini almıştı.. Ottaş Şirketi’nde muhasebeci yamağı olarak işe başladı. Çok kısa bir süre sonra küçük bir tesadüf onu otomobilcilerin büyülü dünyasına sokuverdi.  Muhasebecilikten yedek parçacılığa transfer oldu ve burada büyümeye başladı. Zaman içinde satış memuru oldu. 1935 yılı sonlarında ziraat makineleri işine girmeye karar verdi. Bu da onu Anadolu yollarını gösterdi. Tarlalarda çalışması ve çok kitap okuması Bernar Nahum’un tarımda makineleşme konusundaki bilgisini çok arttırmıştı. O yıllarda artık kendisinden bu konunun eksperi olarak söz edilmeye başlanmıştı.

Buick otomobiller müşteriye çok pahallı geliyordu, Opel ise hiç tanınmıyordu. Kapı komşusu Vehbi Koç ise Ford bayii idi. Satışlarını hızlandırmak için bir formül bulmuştu, “Otomobil alanlara, otomobil kullanmayı öğretecek ve 3 hafta içinde ehliyet almalarını sağlayacaktı.” Bu formül satışları artırmış güvenini yerine getirmişti. Bernar Nahum ismi artık otomobil piyasasında çok konuşulan bir isim olmuştu.  Vehbi Koç da Bernar Nahum ile tanışmak istiyordu ve bu tanışma 1943 yılında gerçekleşti ve yüzyılın ortaklığı sağlanmış oldu.

devrimoto,
Devrim Otomobilleri

Gelelim Devrim otomobillerine… 27 Mayıs 1960 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk askeri darbesi, zamanın emekli orgenerali Cemal Gürsel‘in başkanlığındaki Milli Birlik Komitesi tarafından yapılmıştı. Cemal Gürsel ülke yönetimini ele almış, zamanının hükümet yetkililerini tutuklatmış ve Yassıada sürecini başlatmıştı. Seçim yapılıncaya kadar ülkede ne bir Cumhurbaşkanı ne de bir Başbakan vardı. Söz konusu darbenin adı da “devrim” diye anılıyordu. Ülkenin tek hakim yöneticisi “Devlet Başkanı” sıfatıyla Cemal Gürsel olmuştu.

Cemal Gürsel, Türkiye tarihinde 1961’in Mart ayında Birinci Otomotiv Sanayi Kongresi’nin toplanmasını emretmiştir. Konu ile ilgili uzmanlar, yetkililer, sanayiciler bir araya gelerek, otomotiv sektörü yok, yalnızca montaj endüstrisini yaparken bu kongre Ankara’da toplanıyor. Açılış konuşmasını yapmak üzere gelen Devlet Başkanı Cemal Gürsel, salonda bir an tüm şimşekleri üzerine çekercesine, kendi otomobilimizi %100 yerli üretim ile yapabileceğimizi söylüyor. Salonda tabi ki kıyamet kopuyor. O kongreye kimler katılmıyor ki, zamanında İTÜ Motor Bölümü’nde olan Necmettin Erbakan, Vehbi Koç’un kadim dostu ve ortağı Bernar Nahum, uçak ve lokomotif fabrikalarının önde gelen mühendisleri (mühendis olmak o zaman bu kadar kolay değildir), ve niceleri. Cemal Paşa’nın söylemlerinin ardından tartışmalar devam ediyor. Çünkü Cemal Paşa bir yerli otomobilin 29 Ekim 1961’deki Cumhuriyet Bayramı törenlerine yetiştirilmesi emrini veriyor.

Bernar Nahum, kongrede bir konuşma yapar. O sırada ön sıralarda oturan genç bir mühendiste bir kürsüde konuşan Bernar Nahum’a, bir ayakkabılarına bakmaktadır. Makine Kimya Endüstrisi’nde (MKE) çalışan mühendisin ayağında kurumun yeni dağıttığı postallardan vardır. Nahum konuşmasına devam ederken ön sıradaki gençte postalının bağcıklarını çözmeye başlar. Çünkü öfkesi iyice kabarmıştır. Nahum; “Bursa’da şeftali üretmek otomotiv üretmekten hem daha kolay hem daha kazançlıdır” dediği anda da ortalık karışır. Nahum’un “otomotiv yerine şeftali üretmeyi” önermesine dayanamayan genç ayağından çıkardığı postalı kürsüye fırlatmıştır. Postal, Nahum’un alnına çarparken, MKE’li gencin; “Bize otomobili siz ürettirmiyorsunuz” diye bağırdığı duyulur. Herkes unutmuş olsa da işte bu olay ilk ayakkabılı protesto eylemi olarak tarihe geçer.

Bernar Nahum’un adı verilen ve Nahum ailesinin de desteklediği Bernar Nahum İlköğretim Okulu‘nun internet sayfasında bulunan özgeçmişinde anne ve babasına dair bir bilgi bulunmamakla birlikte çocukları hakkında bilgi verilmiştir. Nahum’un 17 Nisan 1940 tarihinde, 28 yaşındayken ve Vehbi Koç ile olan ortaklığının 4 yıl öncesinde, Raşel Nahum ile evlenir. O evlilikten, Jan, Claude ve Michelle adlarında 3 çocuğu bulunmaktadır. Bernar Nahum, 27 Mart 1995’te düştüğü amansız bir hastalık sebebiyle yaşamını yitirmiştir.

Manisa Belediyesi’nde görevli Bohor Josef Nahum ve Kaden Grasya’nın oğulları olarak 1873 Kasım ayında Manisa’da doğan Hayim Nahum, Bernar Nahum’un babasıdır. 19 yy. ortalarında Doğu ve Avrupa Yahudileri çeşitli saldırılara hedef olmakta ve zor günler geçirmekteydiler. 1860 yılında Fransa’da devrimci düşüncelerle beslenmiş liberaller tarafından kurulan Alyans (Alliance Israelite Universelle), görev alanını, ezilen Yahudilerin haklarını savunmak ve onların özgürlüğü için çalışmak olarak belirledi. Bu kurumlarda Fransız okullarındaki müfredat uygulanmakta, ilaveten Yahudilik eğitimi sağlanmaktaydı.

Hayim Nahum bu kurumun kendisine sağlayabileceği olanakları öngörerek 4 Ocak 1892’de kaleme aldığı bir mektupla Alyans desteği ve aracılığıyla eğitim alma talebinde bulundu. Alyans, Hayim Nahum’un talebini kabul ederek 1893-1897 yılları arasında Paris Haham Okulu’nda eğitim almasını sağladı. Bu okul ilerici, Yahudi radikalizmine karşı duran bir okul olarak biliniyordu. Okulun amacı, toplumun ve medeniyetin ilerlemesine açık hahamlar yaratmak için hem dini hem de laik bir eğitim vermekti.

Alyans, Nahum’u bu dönem içinde maddi olarak destekledi. Karşılığında, ülkesine geri döndüğünde, doğduğu toplumda hahamlık yapması istendi. Ana amaç zaman içinde tutucu hahamlar yerine ilerici hahamlar yetiştirmekti.

Hayim Nahum haham okulunu bitirmeden önce, 1895 ‘te Doğu Dilleri Okulu Farsça ve Arapça Bölümü ve Uygulamalı Yüksek Araştırmalar Okulu Din Bölümü’nü bitirdi. Haham okulundan mezun olup Rav unvanını aldıktan sonra Doğu bilimleri konusunda tez hazırlamak üzere College de France’da dersleri takip etmeye başladı. Bu dönemde, Paris’te sürgünde bulunan ‘Jön Türk’lerle tanıştı ve dostluklar kurdu.

hayim-nahum
Nayim Nahum’un, Avaam Donon kızı Sultana ile Evlendiği Törenden bir kare.

Fransa’dan döndükten sonra (1897) Alyans Örgütü adına fiilî olarak çalışmaya başladı. Önce örgütün desteğiyle İstanbul’daki Haham Okulu’nda müstakbel kayınpederi Abraham Danon’un yardımcılığına getirildi. Bu tarihten itibaren Yahudi cemaatinin yönetimini eline geçirmek için uygun zamanı kollamaya başladı. Devlet kademelerinde etkili olmanın önemli bir göstergesi olan Hahambaşılığa geçmek için uğraştı. Bu isteği, Alyans örgütü tarafından da benimseniyordu. On yıl boyunca cemaat içindeki basamakları bir bir çıktı. Bu arada örgütün yönlendirmeleriyle 1899 yılında görev yaptığı okulun yöneticisinin kızıyla evlendi.

1899 yılı sonlarına doğru, Rav Nahum Hahambaşılık hiyerarşisinin içine girdi, dönemin Hahambaşı Vekili Moşe Halevi sayesinde Osmanlı sarayı ile ilişkiler kurdu. Artık saygın bir konuma gelmiş ve kendisine Hayim Nahum Efendi olarak hitap edilmeye başlanmıştı. Bu konumu sayesinde Alyans içinde de saygınlığı artmıştı. Alyans’ın genel sekreteri olan Jacques Bigart’ın da desteğiyle Osmanlı Hahambaşılığı’na atlama taşı olabilecek Bulgaristan Hahambaşılığına aday oldu ancak seçilemedi. Yılmayan Rav Hayim Nahum 1902 yılında Roma Hahambaşılığı’na aday olduysa da İstanbul Hahambaşılığı’nın olumsuz referansı nedeniyle bunda da başarılı olamadı; İstanbul Hahambaşılığı bünyesinde artık Rav Nahum bir tehlike olarak görülmeye başlanmıştı.

Peşpeşe gelen başarısızlıkların ardından, Osmanlı yetkilileri tarafından Osmanlı subaylarının yetiştirildiği İstihkâm ve Topçu Okulu’nda Fransızca öğretmeni olarak atandı. Yahudi Cemaati’nde kaybettiği prestiji saray içinde yükselmeye başlamıştı.

Nahum, yükselişine katkıda bulunacak her yola başvurmaktan çekinmedi. Sultan’ın kitaplığında görev almaya çalıştı. 1900-1904 yılları arasında Yüksek İstihkam ve Topçu Okulu’nda Fransızca öğretmenliği yaptı. Aralarında İsmet İnönü’nün de bulunduğu öğrencilere ders verdi. İkinci Meşrutiyetin ilânından sonra, ileride istifade etmek üzere bazı subaylarla çok yakın ilişkiler içinde bulundu. İkinci Meşrutiyetle birlikte Nahum ve dolayısıyla Yahudi örgütleri siyaset alanındaki faaliyetlerine hız verdiler. Yaptıkları yayınlarla Jön Türk hareketini desteklediklerini beyan ettiler. Alyans’ın işleri daha da gelişti. Devrin yöneticileriyle ilişkiler daha da hızlandırıldı. Bu arada Nahum önce Hahambaşı vekili ve kısa bir süre sonra da Hahambaşı seçildi (1909).

Nahum’un en büyük özelliklerinden birisi, kim olursa olsun iktidarda bulunan hükümetin adamı gibi davranmasıydı. Sultan Abdülhamid devrinde saraydan yana, İttihat ve Terakki iktidarı boyunca Jön Türklerle beraber oldu. İçte ve dışta her hükümetle doğrudan bağlantı kurabilen, resmî sıfatı olmadığı halde resmî görevli gibi hareket eden, din adamından çok diplomat, bürokrat, siyaset adamı, elçi ve daha pek çok özellik, üzerinde toplanıyordu. Lozan Konferansı görüşmelerinde Türk heyeti içinde yer alan Hayim Nahum, Lozan sonrası en büyük hedefi, Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması oldu. Bunun için İstanbul’dan ayrılarak Mısır’a taşındı. 1925 tarihinden itibaren Mısır ve Sudan Hahambaşılığına geçti. 1960 yılında Kahire’de öldü.

Devrim otomobilleri, Mart 1961’deki ilk Omototiv Sanayi Kongresi’nin ardından Eskişehir’deki lokomotif fabrikasında üretilmeye başlanmıştır. O zamanın, askeri darbesini de temsil eden “Devrim” adı ile, Türk mühendisler tarafından %100 yerli üretimle otomobiller imal edilmiştir. Devrim projesi kapsamında, 10 adet motor, 4 adet otomobil üretilmiştir. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenleri için Ankara’ya tren ile biri bej diğeri ise siyah renklerinde iki adet otomobil götürülmüştür. Kömürle çalışan ve kazan dairesi bulunan trenlerine, bacalarında çıkan kıvılcımların tehlike yaratmaması adına benzin depoları araçları meclise götürecek kadar boşaltılır. Ankara’ya tren vardığında, tüm gazetelerde Devrim otomobili ile çıkan haberler sonucu, halkın ve de özellikle Cemal Paşa’nın müthiş bir ilgisi vardır. 1950’li yıllarda %100 yerli üretim ile 35 adet savaş uçağı üretip İspanya’ya satan bir ülke, yeniden kendi üretimini yapıyordu (Uçak fabrikasının Marshall yardımlarını almak için kapatıldığı söylenir). Meclis önündeki tören alanına otomobiller geldiğinde, benzin koyacak zaman kalmadan Cemal Paşa tören saati öncesinde alana iner. Siyah otomobil kendisine tahsis edilir. Araç bir kaç yüz metre gittikten sonra Ankara sokaklarında yolda kalır. Paşa ne olduğunu sorar aracı kullanan mühendise ve genç mühendis “Paşam benzinimiz bitti cevabını verir.” Cemal Gürsel, araçtan indikten sonra gazetecilere tarihe geçen şu cümleyi sözler; “garp kafasıyla otomobil yaptık, şark kafasıyla benzin koymayı unuttuk”. Arkadan gelen bej otomobile binerek tören alanına giden, Cumhuriyet Bayramı törenlerine katılan Cemal Gürsel, otomobili gün boyunca kullanır. Tören alanında mutluluktan göz yaşları dahi döken insanların olduğunu, “Devrim” mühendisleri beyanlarında aktarmaktadırlar. Ancak ertesi gün tüm gazeteler sanki ağız birliği yapmışçasına, “Devrim yolda kaldı” manşetlerini atarak, yerli otomobil serüvenini sonlandırarak tarihimize belki de en büyük kare lekeyi çalmışlardır. Bunu yapanlar kimler, nasıl yapmış bilinmez. Ancak bu olaydan 7 yıl sonra daha önce Ford kamyon montajına başlayan Koç grubu, bir yatırım daha yaparak 1968 yılında Tofaş fabrikasını Bursa’da kurmuştur. Nahum’un dediği gibi, ülkemiz şeftali ihracatından daha da çok kazanmamıştır.

Aradan geçen 50 yıl bize hem çok şey öğretmiş hem de çok şey kaybettirmiştir muhakkak. 50 yıl sonra yerli otomobil tartışmaları yeniden alevlenmeye başladı. 2011’de tartışmaların ise başını çeken en önemli firmayı Karsan olarak gördük. Karsan, ilk yerli otomobili üreterek New York’ta kullanılmak üzere tasarlanan taksi ihalesine teklif verdi. Yapılan halk oylaması sonucu oyların %66’sını almasına rağmen ihaleyi alamadı. İlginçtir ki yerli otomobil söylentileri ile başlayan bu araçların üretimi yalnızca Amerika’ya satılmak üzere planlanmış hala ülkemizde kullanılmak üzere bir seri üretim başlatılmamıştır aradan geçen 2 yıla rağmen. Karsan’ın %51’den fazla hissesinin sahibi bilin bakalım kimler? Evet, Karsan‘ın en büyük hissedarları İnan Kıraç’tır. Yönetim Kurulu üyelerinin ikisi ise Klod ve Jan Nahum’dur. 50 yıl önce yerli otomobilin yapılmasının önünde büyük engeller var iken(!) bugün yerli otomobil için Karsan – Kıraça grubu kolları sıvamıştır.

nyktaksi
Karsan’ın New York Taksisi

Bernar Nahum’un çıraklığını yaparak, iş dünyasına giren Can Kıraç’ın, daha sonra Koç’ların kızı ile evlenen İnan Kıraç’ın bugün Nahum’ların çocuklarının yönetim kurulu üyeliği yapıyor olması büyük bir tesadüf müdür? Gerçekten de büyük bir tesadüf(!), hayatın cilvesi ya da büyük bir şans olabilir. Türkiye’nin en büyük şirketler topluluğuna sahipseniz, bu tesadüfler daima sizinle birlikte olacaktır.

TEGV, devlet ve ilgili mercilerden aldığı tüm yetkiler doğrultusunda çalışmaları son derece yasal bir zeminde sürdürüyor. Ünlülerimiz çıkıp televizyonda yardım kampanyaları düzenliyor. TEGV, tahmin ediyorum ki Türkiye’nin yine en büyük bütçesine sahip, en organize, en profesyonel çalışan vakfıdır. Ancak sivil toplum kuruluş olma, sivil toplum alanında çalışmalar yapma noktasından kanımca çok uzaktadır. TEGV gönüllüsü gençler haftalarının yalnıza bir kaç saatini ayırarak etkinliklere katılabiliyor, gençlerle vakit geçirebiliyorlar. Özellikle dezavantajlı bölgelerde faaliyet gösteren ve yerelden sağlanan destek, uluslararası şirketlerin projelere sponsor olması ve ülkemizin önde gelen şirketlerinin büyük maddi desteği ile, vatandaşın gönderdiği SMS’leri es geçmemek gerek, TEGV muazzam bütçe ile ses getirecek çalışmalar yürütebiliyor. Ancak bir gönüllünün, TEGV’in kurumsal hiyerarşisine ulaşması, ilerleyen zamanlarda yükselmesi, daha çok sorumluluk alması, yerelin sorunlarına çözüm bulmak üzere sivil bir ses oluşturması mümkün değildir. Çok profesyonel bir şekilde kurgulanmış atölyeleri ve etkinlikleri yalnızca haftanın birkaç saatinde katılım göstererek sürdürebilmektedir. Ve tüm bu çalışmalar Türkiye’nin en büyük, en aktif, en büyük bütçeli sivil toplum kuruluşu (!) olarak gönüllülüğü gençlere öğretmektedir. Eğitim araç olarak kullanılmak, gönüllülük yapılmaktadır. Gönüllülüğün, gönülden yaşamın, gönülden yaşamanın ve yaşatmanın içinin neden ve nasıl boşaltığının, gönüllü olmayı nasıl ve kimlerden öğrendiğimizin artık farkına varırız umarım. Gönüllü olmak, niçin literatürde “ucuz iş gücü” sağlama konusunda bir savunmaya araç edilmektedir artık ayıkmalıyız.

İnternet yaptığım araştırmanın ardından bu bilgileri derleyerek sunmak istedim. TEGV’in kuruluşunu sağlamış, kurum misyon ve vizyonuna yön vermiş kişilerin birbirleri ile olan ilişkileri hakkındaki gayet yüzeysel bir derlemedir bu. Ümit ediyorum ki vakfın kurucusu Suna Kıraç’ın yazmış olduğu “Ömrümden Uzun İdeallerim Var” kitabını niçin yazdığını ve bu başlığı neden kullandığını anlayabiliriz. Yazmış olduğum bu yazı, şu ana kadar yazdığım en uzun blog yazısı olduğundan dolayı, ilgiyle okuduğunuz için teşekkür ederim.

TEGV’in Tarihine Farklı Bir Bakış

yorum