Dünyaya ilk gözlerimiz açtığımız günden bu yana hep karşımıza hedef diye ulaşılması, sahip olunması gereken şeyler koyduk ya da konuldu. Hayatın içerisinde hep bir şeylere ulaşmak istedik, kah ulaştık kah ulaşamadık. Ulaşabileceklerimize hedef, ulaşamayacaklarımıza ya da ulaşmak istediklerimize hayal dedik. Dönemsel olarak değişenlere ise heves dedik, hatta çevremiz bize bu heves doğrultusunda bazen “çok maymun iştahlısın” dedi. Ama hiç düşünmedik “gerçekten maymun iştahlı olmak ne demek?” diye. Maymun nasıl bir beslenme anlayışına sahip olduğunu da bilmiyoruz. Bununla birlikte hedeflerimize ulaşmak için “tasarı”lar yaptık, üzerinde düşündük, taşındık. Amaçlarımızda oldu, bu hedeflere ulaşmak için.
Bu kadar kelimenin ve kavramın arasında, kulaktan duyduğumuz, bizim toplum içerisinde yaşayarak öğrendiğimiz ama üzerinde kendimizin hiç düşünmediği şeylerin hayalini kurduk, heves ettik, hedef ettik, tasarladık, amaçlarımız oldu. Hayat çizgimizi belirlerken kendi yapmak istediklerimizin aslında kendi varlık sebebimizi insanlara aktarmak için kullandığımız bu kelimeler – hayal, hedef, heves, tasarı, amaç – nedir, hiç düşündük mü?
Hedef neye denir? Bizim önümüze koyduğumuz, hedef dediğimiz şeyler gerçekten bizler için hedef midir? Gelin, Türk Dil Kurumu’nun hedef tanımına bir göz atalım sonra da doğruluğunu değerlendirelim.
- Nişan alınacak yer, nişangah,
- Yapılması tasarlanan iş, amaç )”Asıl önemlisi devlet büyük hedefler dikmişti; milletin benimsediği, övündüğü hedeflerdi bunlar.” – T. Buğra)
- Varılacak yer, ulaşılacak son nokta (“Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!“ – Atatürk)
İlk tanımda gördüğümüz gibi gördüğümüz, nişan aldığımız ya da alabildiğimiz şey bizim için hedef oluyor. İkinci tanımda ise hedef ile amaç aynı anlamda kullanmış ve denmiş ki yapılmasını tasarladığımız şey bizim için hedef. Tasarı kelimesi de hedef ile karıştırılmış. Üçüncü ve son tanımda ise, ulaşılacak son noktaya hedef denmiş.
Burada gördüğünüz gibi amaç ve tasarı kelimeleri, hedefin tanımını yapmak için kullanılmış. Geçtiğimiz günlerde şöyle bir bilgi edindim: Bir kelime – dilin canlı olması nedeniyle – eğer insanlar tarafından üretilmiş ya da türetilmiş ise diğer kelimelerin ifade edemediği, farklı bir durum, duygu ve düşünceyi paylaşmak üzere bulunmuştur.
Hayatta şu soruyu, çok üzerinde düşünmese de kendine sormayan yoktur herhalde: ” bu hayatta benim varolma sebebim nedir? ben neden varım?”. Bu sorunun cevabı arayışınız bizi kitap okumaya, insanlarla konuşmaya, büyüklerimize danışmaya ve hatta bazı grupların üyesi haline getirmiştir. Ancak gel gör ki, bu sorunun cevabını kendimize sorup, yine cevabını kendimizde bulmayı düşünmemişizdir. Hatta bu soru söz konusu olduğunda, konuyu dini olarak değerlendirip, eğer dindar kişiler değişsek, kendimizden bile uzaklaştırmış olabilir. Ama bu soruya cevap bulma zorunluluğumuz, biz insanoğlunun oksijen olmadan yaşayamayacağımızı, nefessiz bir hayat olmayacağını bilmemiz kadar kesindir ve içten gelen bir ihtiyaçtır. Benim tavsiyem bu soruyu dini olarak değerlendirip, bir kategoriye koymadan, kendi varoluşunuzu kendi olduğunuz gibi araştırmanızdır.
Araştırmanıza yardımcı bir kaç kolaylaştırıcı soruyu yöneltebiliriz:
- Benim saçım, benim adım, benim vücudum, benim gömleğim, benim telefonum, benim cebim, benim ayakkabımım, benim, benim, benim…. Peki ben dediğin, sen kimsin?
- Aynada her gün bir şekilde kendimize bakıyoruz. Aynada gözlerinizin içine pür dikkat bakın? Ne görüyorsunuz? Gören kim?
- Hayvanlara dikkat ediniz, siz konuşmasanız bile onlara yaklaştığınızda sizin gözlerinize bakarlar? Hatta dikkatli baktığınızda kafalarını çevirenleri bile görebilirsiniz. Dikkatle gözlemleyiniz.
- Yakın bir arkadaşınızı, eşinizi ya da ailenizin bir ferdini karşınıza oturtup, gözlerinin içine bakınız. Ne hissedecek, ne göreceksiniz? Ne kadar süre gözlerinizi kaçırmadan bakabileceksiniz?
Not: Görme engeli olanlar kişilerin gerçekten görmediğini mi düşünüyorsunuz? Peki o halde neden “Gönül gözü açık olmak” diye bir deyimi sıkça kullanıyoruz. Halbuki sadece görme engeli olanlar için de değil.
Yukarıdaki sorular aslında hayatımızın rutininde her gün karşılaştığımız ancak pek dikkat etmediğimiz, farkında olmadığımız, çok sayıda tekrar sonrası alışkanlık haline gelen davranışlardır.
Gel gelelim hedef konusuna… İnsan, yaratılış itibariyle bu maddi olarak görünür dünyada bir bedene bürünmüş olmakla birlikte madde ile uzaktan yakından ilgisi olmayan soyut bir varlıktır. Varlık diye tabir ediyoruz, çünkü varlığını biliyor, kabul ediyor, buna inanıyor, tanımlamaya çalışıyor ancak göremiyoruz. Böyle bir varlığın, dünyadaki her var olan şeyin kendisi için olan, kendisine hizmet eden bir varlığın – insanın – kendisine hedef olarak kendi için yaratılan şeyleri koyması ne kadar mantıklı, ne kadar akılcı, ne kadar yerindedir. Gelin bir de bu pencereden bakalım ve kendimize koyduğumuz hedefleri düşünelim. Genelde neyi hedefleriz? Evimiz olsun, arabamız olsun, makam sahibi olayım, yükseleyim, çok param olsun, şu kadar diplomam olsun, şuralara gideyim, şunları yiyeyim… Bu liste daha da uzar gider ancak bu hedef anlayışına bir farklılık getirme zamanımız geldi. Kişinin kendisi için zaten var olan hiçbir şeyi kendisine hedef olarak koyamaz. Kendisi için kul, köle, emrine hali hazırda amade olan şeylerin zamanlar kölesi olur. Soyut olan bir varlık nasıl olur da, kendisine somut bir hedef koyabilir ki? Bir de bu doğaya aykırı bir durum.
Dönüp bakalım kendimize, hedef diye koyduğumuz şeylere ulaştığımız da – maddi şeyler dahi olsa – evet ben şimdi ne yapacağım diye sormuyor muyuz? Uzun zamandır istediğimiz bir teknolojik ürünü, arabayı, evi ya da kıyafeti aldığımızda etkisi ne kadar sürüyor. Çok uzun değil, değil mi(?)
Bunlar koskoca insanın hedefi olamaz. Hedef bitmez, tükenmez ve asla ulaşılmaz. Hedef, canlıdır, dinamiktir, yenilenir ve gelişir. Hedef, insanın ne için var olduğunun cevabıdır. Hedef, bizim yaşam gayemizdir. Hedef, bizlerin sonraki kuşaklara devredeceği varlık halidir. Hedef, nesiller boyu devam eden, kendisini aşandır. Hedef, hiçbir neslin ulaşamayacağı ama her neslin onun gerçekleştirmek için uğraşacağı, hayatlarımızın dinamosudur. Hedef, hedef uğruna o yolda olmaktır. O yolda olmak ve ilerlemektir. İlerleyenler ile birlik olmaktır. Birlikte ilerlemektir. Hedef, “bir” olmaktır. Birliğin gücünü hissetmektir. Hedef, o gücü o hedef uğruna kullanmaktır. Sahip olduğun gücü, diğerleri ile paylaşmaktır. Kenetlenmek bir vücut olmaktır hedef. Hedef, senin bizzatihi varlığındır. Hedef, sensindir. Hedef, senin kendi yeteneklerini ortaya çıkarmak, bunları kullanmak, insanlık için amade etmektir. Hedef, özgür olmak, özgürce yaşamak ve yaşatmaktır. Velhasıl, hedef bizim ve bu hayatın “özü”dür.
Hedef ancak hedef olursa hedeftir. Hedef olmadan ona hedef demek, ilimsizlik, bilgisizliktir. Hedefin küçüğü ya da büyüğü olmaz. Hedef ya vardır ya da yoktur. Yani yoldasındır ya değilsindir. Yolda durmak, yolda durmaktır. Ama hedef, yolda ilerlemeyi gerektirir. Ya ilerlersin yolda hedefin olur, ya beklersin yolda hedef arar durursun, kendini pek de bilmeden.
Kaybedenler Kulübü‘nü bir çoğunuz izlemişsinizdir. Yaş sınırı olan, kişilerin izlerken daha çok gece hayatı ve kadınlar üzerine çıkarımlarda bulunduğu bir sinema filmidir. Benim hayatımda da bazı değişikliklere vesile olmuş bu filmde, çok derin anlamda olduğunu düşünüyorum ve her izlediğimde de farklı şeyleri kendimde bulmuşumdur (yaklaşık 7-8 kez izlemişimdir). Bazı sahneleri vardır ki, çok kişi anlayamaz, alkolün etkisi ile o kişilerin gelişigüzel, başka bir dünyadan konuştuğunu düşünür, kafaları güzeldir. Belki de öyledir… İşte o sahnelerden biri var aşağıdaki videoda. Bir de gelin, bu yazdıklarımızın penceresinden izlemeye çalışalım.
Biz yıllarca hedef gösterilen onca şey sadece amaçlardan ibaret. Hedef diye bildiğimiz amaçlarımız ise, medyanın büyük etkisi aracılığıyla çevre faktörlerinin de bir araya gelmesi ile elde etmek istediğimiz maddi kazanımlardan öte aslında geçmiyor da. Kaliteli bir hayat sürmek, güven veren biri olmak, sevgi dolu bir insan olmak, çok takdirkar olmak, bilge biri olmak… Hiç kendimize böyle amaçlar koyuyor muyuz?
Hedef kelimesinin en çok kullanılan yabancı dil olan İngilizcedeki karşılığına bakalım. Hedef kelimesi, İngilizce’de “mission” kelimesi olarak karşılığını buluyor. Bu kelimenin Oxford Dictionaries’deki İngilizce-İngilizce açıklamalı sözlükte görev, güçlü görev, görev tanımı ile eş kullanıldığını görürsünüz. Aşağıdaki örneklerde bunu görebilirsiniz:
- give a mission: görev vermek
- take something as a mission: misyon edinmek
- undertake a mission: misyon üstlenmek
- sense of mission: görev aşkı
- strategic mission: stratejik görev
Gördüğünüz üzere burada da hedef kelimesinin tanımı yapılırken, görev kelimesi kullanılıyor. Görev kelimesinin da aslında derin anlamı vardır ve hedef ile birlikte kullanmak mümkündür. Ancak sıradan görev tanımının dışına çıkarsak kullanmak mümkündür. Görev kelimesini de bizler daha çok yapılan ya da yapılacak iş olarak tanımlıyoruz. Görev alma ya da vermenin ikilemi ile de bazı problemleri yaşam süremizde yaşıyoruz. Halbuki, görev kelimesinin kendisi anlamını içinde barındırıyor. Görev kelimesi, görmek fiilinden türemiş bir kelimedir. İnsanın soyut bir varlık olduğunu kabul ettiğimize göre, bizleri bu dünyada görünür kılan gövde-vücut-bedenler verilmiştir. Bu bedenlerden can çıktığı, ölüm dediğimiz olay gerçekleştiği zaman, bu dünyada ev sahipliği yapan somut vücutlarımızı terk etmiş oluyoruz. Yani bedenlerimiz bizlere ev sahipliği yapmış oluyor. İşte görev kelimesinin anlamı da burada. Sahip olduğumuz bu evlerden – bedenlerden – görmeye, görev denir. Bu sebepledir ki görev hiçbir zaman verilmez, görev alınır. Eğer gördüğün bir eksiklik, noksanlık, iyileştirilecek ya da yapılacak bir şey var ise görev bilirsin, onu da hedef doğrultusunda gerçekleştirebilirsin. Görev ne alınır ne verilir, görev bilinir ki zaten “görev bilmek” deyimimiz tam da bunun için kullanılmaktadır. Hedef var ise, görev vardır; hedef var ise, görev kişi tarafından bilinir, edinir.
Hedefin olmaz olmazlarından biri de “amaç”tır. Amaç, hedef doğrultusunda, ulaşılabilir, elde edilebilir, gerçekçi ve varılabilecek istasyonlar olması gerekir. Atatürk’ün hedefini hatırlayanlarınız vardır; “Türk Milleti kimsenin esiri olamaz, bağımsız olmalıdır”. Bu hedef doğrultusunda yapılan savaşlar, mücadelelerin hepsi bu hedefin amaçları idi. Atatürk’ün vefatının ardından milli hedefimizi kaybetmemiz, ülkemizi amaçsızca oradan oraya savrulmamıza neden oldu ki bu savrulma maalesef devam etmektedir. Bakın ülkemizin
Günümüzün klişelerinden bir örnek verelim. Bir genç için İngilizce öğrenmek bir hedef olamaz. İngilizce öğrenmek ancak bir hedef doğrultusunda sadece bir amaç olabilir. Bu amaç ile İngilizce öğrenen genç, amacına ulaşmış biri olarak bilgi, görgü ve yeteneğini araç olarak kullanmaya başlar. Anladığımız üzere, amaç edinilen her şey ulaşıldığı taktirde araç haline gelir. Ve yeni amaçlara, sahip olduğu araçlar ile ulaşmaya gayretini, gayesini güder. Gaye ise bizim itici gücümüzdür.
Kelimeler ile cümle kuruyor, konuşuyor, anlaşıyoruz. Ancak kullandığımız kelimeler ve dil kalıplarımız üzerine çok fazla düşünmüyoruz. Kullandığımız bu dil kalıpları, ister istemez sürekli söylendiği için bizleri, ağzımızdan kulağımızdan duyduklarımız ile çıkan kelimelere inanmaya götürüyor. Hedef edindik diye kendimizi inandırdıklarımıza bir bakalım…
Bunun yanında bir de heves, hayal ve tasarı var. Hayal güzeldir, hayal kurmakta öyle. Evet hayal kurmadan yeni bir şey ortaya koymak zordur, belki de mümkün değildir. Ancak hayalden öte, tasarıya geçmek gerekir bir an önce. Hayal seviyesinde sürekli kalmak, bizde alışkanlık yapar, hayalperest karakterler haline getirir. Bu sebeple, hayal kurup bir an önce onu gerçekleştirmek üzere hareket geçmek, tasarı seviyesine gelmek gerekir. Çünkü hayalin zıttı gerçektir. Hayal, anlaşıldığı üzere gerçek değildir. Heves ise genellikle tasarı ile hayal arasında bir yerlerdedir. Hayal kurulduktan sonra çokça konuşulur, zihinde kalır, tasarıya dönüşmezse, o kişiye hayalin gerçekleştiği duygusunu yaşattığında heves olarak bir süre daha devam eder. Kurulan bu hayal bir süre sonra, yeni bir hayal ile değiştirilir. Bu denli değişiklikler kişinin çok hayal kurup, az araştırıp, pratiğe hiç ya da çok az geçmesi ile beraber “maymun iştahlı” olarak anılmasına neden olur. Hayal kurulup, tasarı geçilmez ve çok anlatılırsa ise kişide “hayal kırıklığı” dediğimiz durum ortaya çıkar.
Yaşam standartları, teknoloji geliştikçe kişi kendini bir çok yönden keşfedebiliyorken, bir o kadar da kendisinden uzaklaşıyor. Şu dönemde bir ülkeden diğerine seyahat etmek çok daha kolay için, kişi içindeki yolculuğunu, soyut bir varlık olduğunu hiç düşünmüyor bile. Bireysel olarak bir hedef yolunda olmak mümkündür ancak, bu hedefi diğerleri ile paylaşmadıktan sonra bir grup, cemaat, ümmet, millet olmadıktan sonra hedef yine sığ kalacak, hedef olmaktan uzak olacaktır. İnsanın kendi DNA‘sında vardır grup olma, birlikte hareket etme eğilimi. Bu eğilim tabiidir ve bir hedef doğrultusunda olmalıdır. İnsanlık için tutulacak yapıcı bir hedef ancak, bireyselleşmeden, kişiselleştirmeden, kitlesel kalmadan tüm insanlara mal olabilecek şekilde bir grup insan tarafından yaşanabilir ve yaşatılabilir. Bir hedef asla bireysel olamaz, şahsi olamaz. Çünkü, insan asla tek başına şahsiyet olamaz. Ne mutlu hedefli arkadaşları olanlara, ne mutlu aynı hedefte buluşanlara, ne mutlu aynı hedefte yanıp tutuşanlara, ne mutlu hedefli insanlara… Hadi görelim hedefli olanları, yola birlikte çıkılacak olanları…
Not: Bu paylaşımlarım kendi yaşantımda tecrübe ettiğim ve yaptığım tespitlerdir. Katılıp, katılmamak noktasında değerlendirme yapmadan önce, bu kelimelere siz bugüne kadar hangi anlamda kullandığınızı gözden geçiriniz. Sonrasında kabul edersiniz ya da etmezsiniz, sizin takdiriniz. Selamlar, sevgiler…