Ülkemiz yakın tarihinde çok önemli olaylardan biri olarak anılacak bir yere sahip oldu #GeziParkı olayları. Gezi Parkı olayları hakkında o kadar çok şey söylendi, o kadar çok şey yazıldı çizildi ki bazen ne düşündüğümüze ne düşünmememiz gerektiğine karar veremediğimiz çok fazla an oldu. 28 Mayıs’ta başlayan Gezi Parkı olaylarının etkisi, ulusal ve uluslararası siyasetteki yeri hala devam ediyor. Bir çok blog yazarı Gezi Parkı olayları süresince yazdı, çizdi. Ben ise dost meclisinde konuyu tartışarak, gündemi takip etmek ile yetindim. Emin olmadığım, büyük resmi göremediğim konular hakkında genellikle tartışmaya girmemeye, o konu hakkında herhangi bir taraf olmaktan kaçınıyorum. Velhasıl, gündemin biraz daha soğuması, Gezi Parkı’nın diğer gündem başlıklarına göre pek bir arka sıralarda kalması dolayısıyla bu konuda bir şeyler paylaşmak istedim. Bu yazımı, tarihi bir kaç hafta geçtikten sonra okunan dergi ya da gazetelerdeki gerçek durum tespiti yapabilme durumu ile eş değer görebilirsiniz.
Gezi Parkı olayları başlamadan çok kısa bir süre önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ABD’de bir takım ziyaretler gerçekleştirmişti. Bu ziyaretlerden en önemlisi ise Başkan Barrack Obama ile olan görüşmesi idi. Tabi ki görüşmenin detaylarını çok fazla bilmiyoruz, sadece bir basın toplantısı ve ele alınan konular idi kamuoyu ile paylaşılan kısmı. Toplantının geri kalan kısmında muhakkak ki bir çok önemli ve derin konu konuşulmuş, tartışılmış ve pazarlıkları yapılmıştır. Ben gözlemlerime dayanarak, tüm bu Gezi Parkı ve sonrasındaki sürecinde başlangıcı olarak Başbakan’ın 16-20 Mayıs tarihleri arasındaki ABD ziyaretini görüyorum. Dünyadaki tüm büyük ülkeler birbiri ile pazarlık yapar, kabul görmeyen pazarlıkların ise elbet bir sonucu olur. Gerek ekonomik, istihbarat, sağlık, gerekse de politik alanda pazarlıkların bazı yaptırımları olabilir. Gezi Parkı, bu anlaşılamayan pazarlıkların bir sonucu olabilir.
Çünkü… Orta Doğu’nun karışık halleri malum ortada. 2 yıl önce Kuzey Afrika’da başlayan ve Arap Baharı adını alan halkların demokratik hareketi, dünyayı kasıp kavurdu. Eğer Fransız İhtilali daha önce olmuş olmasaydı, Arap Baharı bu özgürlük hareketinde bir çağı açıp, kapatabilirdi. ABD, kuşkusuz dünya üzerindeki süper güç. Gerek silah, gerekse politik, gerekse de ekonomik gücü bir çok ülkeye kendi sözünü dinlettirebiliyor. Ancak çok kurumsal ve güçlü çok uluslu şirketlerde olduğu gibi, eğer hiyerarşik yapınız çalışanınızı memnun edemiyorsa, yani üst yönetim çalışanına ulaşamıyorsa, iletişimde sorunlar varsa o şirketler dahi batma tehlikesi ile karşılaşabiliyor. ABD’nin Orta Doğu’da çok uzun yıllardır olan varlığına bakacak olursak, Pakistan, Afganistan ve Irak’ta doğrudan bulunduğu müdahaleler ile bölgenin çehresini ne kadar değiştirdiğini, ve yine planlarının ne kadar ötesinde kaldığını görebiliyoruz. ABD hala Afganistan ve Pakistan’dan çıkabilmiş değil. Keza Irak’ın bölünmüş hali ortada. Amerikan vatandaşlarının ise, Irak Müdahalesi sonrasında yeni bir operasyonu desteklememesi Türkiye’nin pozisyonunu çok farklı kılıyor bölgede. Türkiye’de ABD’den bölgedeki tek müttefiki durumunda ve uzun yıllar boyunca da böyle kalacağı kesin.
Çünkü… Afganistan, Pakistan ve Irak dışında da karışıklıklar var. İran’ın durumu ortada. Akdeniz kıyımız olan, Mısır ve Libya’nın özellikle, ardından da Tunus, Cezayir, Lübnan gibi ülkelerde Arap Baharı’nın etkileri hala devam ediyor. Diğer yanda da İsrail’in Filistin işgalini meşrulaştırma çalışmaları sürüyor. Suriye’de Esad yönetimi ile muhalifler arasındaki iç savaş neredeyse 100.000 Suriyeliyi canından, 1 milyona yakınını ise vatanından etti. Bölge çok karışık. Karışmaya, karıştırılmaya da devam ediliyor ki dün Arap Baharı ile hapse atılan Mısır’ın devrik lideri Hüsnü Mübarek, devrim hükümeti ve mahkemeleri tarafından serbest bırakılıyor; ve her ne olursa olsun Mısır’ın anlaşına göre demokratik olarak seçilmiş olan Cumhurbaşkanı Mursi darbe ile indirilip hapse atılıyor. Peki, bunu kim yapıyor? Hele ki Nobel Barış Ödüllü Muhammed Baradai, bir darbe yönetiminin Cumhurbaşkanı Yardımcılığını yapabiliyor? Tüm bunlar, tesadüfler ile anılacak türden şeyler değiller. İşte bu noktada Türkiye’ye büyük bir görev ve sorumluluk yüklenmiş oluyor.
Avrupa Birliği ile müzakerelerine devam eden, diğer yandan Orta Doğu Coğrafyasında denge kurulmasını destekleyen, kendi içinde ekonomisini güçlendiren, tüm dünya ile hümanist bir şekilde “para” değil “insan” odaklı ilişkilerini sürdüren bir Türkiye. Elbette ki bu Türkiye, ABD’nin kadim dostu ve müttefiki olmak durumunda. Öyle ama ya yapılan pazarlıklarda anlaşmazlıklar olduysa, ya “büyük abi” rolüyle verilen bazı talimatlar yerine getirilmediyse…
Başbakan’ın ABD gezisinin bir hafta sonrasında Gezi Parkı olaylarının çıkması ilginçtir. Gezi Parkı, ekonomik ve siyasi olarak bir çok olumsuzluk doğurmuşsa da, bir çok kazanımları da olmuştur. Gezi Parkı olayları sonrasında, Türkiye’de yaşayan her vatandaşın istisnasız en büyük kazanımı “kendi içerisindeki taraf olma duygusunu görmesi ve bununla yüzleşmesi” olmuştur. Uzun yıllardan sonra, belki de hayatımızda ilk kez, içimizdeki taraf olma duygusunun varlığını tespit ettik. Kişilerin neden bir futbol takımı tutma ya da bir siyasi partiyi körükörüne desteklediği gerçeğini gördük. Bu durum bizim, nerede durduğumuzu, gerçekten ne düşündüğümüzü, nasıl bir Türkiye görmek istediğimizi, çocuklarımızın nasıl bir Türkiye’nin evlatları olmasını istediğimizi, geçmişteki suskunluklarımızı ve dahasını, bu Gezi Parkı olayları sırasında görmüş olduk. Ve Gezi Parkı olayları, gördüğüm kadarıyla, ara kalmışların taraf olmasını, taraf olmuşların kendisini sorgulamasını ve bir çoğunun da taraftarlıktan vazgeçmesine neden oldu.
Polis şiddeti diyeceksiniz. Haklısınız. Bunların yaşanmış olması istisnasız hepimizi üzdü. O şiddet görüntüleri, biber gazı yiyenler, biber gazı yüzünden kör olanlar, öldüresiye dövülenler ve ölenler… Hiçbirimizin görmek istediği ve yaşamak istediği bir Türkiye’nin manzarası değildi. Sonrasında bunları yapanların serbest bırakılması, kaskındaki numaraları kapatan polislerin işlerine devam etmesi, otopark çetesi polislerin ellerini kollarını sallayarak görevlerine devam edip, verdiğimiz vergilerle her ay maaş almaya devam etmesi, yaşamak istediğimiz Türkiye’nin manzarası elbet değildi. Bunca şeyi bir kenara koyup, Gezi Parkı olaylarında ölen 5 kişinin neden Alevi olduğunu, kışkırtılan ve sokağa döktürülen bir halk kitlesinin mi olduğunu görmeye çalışalım. Yoksa tüm bunlar bir tesadüf mü?
28 Mayıs’ta başlayan Gezi Parkı olayları şiddetli bir şekilde devam ederken, Türkiye’nin dört bir yanında, özellikle de polis şiddetine karşı büyük protesto gösterileri yapılıyordu. Sadece ekranda gördüklerine inanan, büyük çoğunluğu kulaktan dolma ve araştırmadan inanan bir halk kitlesi özellikle de genç üniversite öğrencileri ile genç çalışanlar meydanlara dökülüyor. O gösterilerden biri de Bursa’da oldu. Hiç bir eyleme veya protesto gösterisine katılmamış şahsım adına, o gösteriye bende katıldım. Hiç slogan atmadım, hiç alkışlamadım, hiç bağırmadım…
Çünkü… Meydanlardaki kitle son dönemdeki alkol yasağının ne olduğunu bilmeden, alkol kullanımının ve satışının her zaman ve her yerde yasak olacağını düşenerek, ellerinde bira şişeleri ile sokaklara dökülmüş bir kitle idi. Aklı başında olan, bu protesto gösterilerinin bu şekilde anılmasını istemeyen küçük bir azınlık ise onların taşkınlıklarını önlemeye, ellerindeki şişeleri oraya buraya değil, çöpe atmaları için onları vermelerini istiyorlardı. Ellerinde bira şişeleri ile, ileri geri konuşan, komu malına zarar veren, orayı burayı spreyle boyayanların izleri hala Bursa sokaklarında duruyor. Gezi Parkı olaylarına kadar ortada olmayan siyasi partiler ve onların gençlik kolları, meydanlara sahip çıkmaya başlamıştı bu durumu fırsat gözeterek. Meydanlarda Türkiye Gençlik Birliği (TGB), ÖDP, İşçi Partisi, LDP, TKP ve CHP’nin gençlik kollarını görüyordunuz. Peki ya hiç bir parti adına bu Gezi Parkı eylemlerindeki polis şiddetini protesto etmek istiyorsanız ne yapacak, hangi partinin bayrağı altında yürüyecektiniz. Böyle bir şansınız elbetteki yoktu. Tüm Türkiye’de siyasi partiler açıklama yapmış, meydanlarda bayrak ve flama taşınmayacağı söylenmiş olsa da gençleri yanlış yönlendirmek ve onları kendilerine çekmek isteyenler için bu fırsat kaçacak türden değildi. Söz yutuldu ve meydanlar savaş alanına döndü. Keza Bursa’da dahi Valilik binasının camları kırıldı, banklar ve çöp kutularına zarar verildi, barikatlar oluşturuldu, sokak boyandı, vs. vs. İnsanların en kalabalık olduğu anlarda bile, yarı çıplak bir şekilde sis ve ses bombaları patlatan onlarca kişi ortalıkta dolaşıyordu. Türkiye’de görülen manzara özellikle ilk birkaç günün sonunda, polise karşı duran “düz” vatandaşın meydanları bırakıp evine gitmesi oldu.
Gezi Parkı olayları Türkiye’de sivil toplumun da bir taraf olarak yapıldığını, ideolojiden bağımsız bir sivil toplum olmadığını, sivil toplum fikrinin hala gelişmekte olduğunu gösterdi. Eğer Türkiye’de sivil toplum olsaydı, özellikle İstanbul’da sivil toplum kuruluşlarının olduğu bir Kent Konseyi olsaydı, yerel yönetimlerde “Yönetişim” bir prensip olarak kabul edilmiş olsaydı, Gezi Parkı’nın olduğu yere Halit Paşa Topçu Kışlası’nın yapımı konusu çoktan konuşulmuş, özellikle Başbakan’dan önce halk tarafından tartışılmış ve ortak bir karar verilmiş olurdu. Ancak maalesef, ülkemizdeki bir çok karar güçlü siyasi otoriteler tarafından kararlaşırılıp ardından vatandaş ile paylaşılıyor. Ülkemizde yeni gelişen ve önemli sivil toplum platformlarından biri olan Kent Konseylerinin, başkanlarının ve (işlevsiz) yürütme kurullarının, siyasiler tarafından yönlendiriliyor olması da bu sebeptendir.
Başbakan’ın hemen öncesinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 5-7 Şubat 2013 tarihleri arasında İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Zirvesi için Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin davetlisi olarak Kahire’ye gitmişti. Hatırlarsanız belki oradaki bahar havasını. Konuşmalarda iki ülke Cumhurbaşkanı olumlu mesajlar vermiş, bir çok işbirliği anlaşması yapılmıştı. ABD gezisinden hemen 10 gün sonra Başbakan Erdoğan’da Kuzey Afrika’nın diğer önemli ülkelerine ziyarette bulunmuştu. Gezi Parkı olayları devam ederken, Tunus, Cezayir ve Fas ziyaretlerini gerçekleştirdi. İlginç bir gelişme yaşandı bu ziyaretler sırasında ve Fas Kralı 4. Muhammed Erdoğan ile görüşmeyi reddetti. Bu üç önemli ziyaretin 4 y gibi kısa bir süre içerisinde, üç önemli gelişmeninde 10 gün de gerçekleşmesi gerçekten önemlidir. Hatta Türkiye’ye yakınlığı ile bilinen Tunus’ta bazı protestoların Erdoğan’a karşı yapılması da çok şaşırtıcıdır ki Arap Baharı’nın ardınan örnek alınan bir ülke konumuna gelmiştir Türkiye.
Gezi Parkı olayları ile ilgili olarak en çok tartışma konusu ise dış güçler olmuştur. Organize bir ayaklanma, kışkırtma çıkarma organizasyonunun olduğu düşüncesi özellikle iktidar tarafından destek görmüştür. Bu süreçte de, öncesinde İngiltere’de olan sonrasında da Brezilya’da olan öğrenci protestolarının benzer yönleri tespit edilmiştir. Keza şu Mısır’da olan olaylarda da sosyal medya benzer şekilde hatta aynı fotoğraflar kullanarak, insanlar kışkırtılmaya çalışılmıştır. Burada önemli olan insanların vermiş olduğu tepki değil, tepki (gösteri) altyapısının oluşturulduktan sonra o tepkinin ustaca, insanların eğilimleri tespit edilerek yönlendirilmesidir.
Yapılan protestoların şekillerine bakacak olursak, nereden geldiğini anlamaya çalışacak olursak senaryonun nasıl işlediğini farketmek daha kolay olabilir. Protesto gösterilerinin hiç birisi meydanları dolduran binlerin kendi bulduğu, kendi ortaya çıkardığı aksiyonlar değil. Meydanlardaki kalabalık ve yapılan protestolar ile bireyselliğin getirdiği yalnız olma, korku duygusunu ortadan kaldırarak, bir arada büyük bir kitle ile birlikte olmanın güçlülük duygusunu beslemiştir.
Bursa gibi koca bir şehirde bile yalnızca bir adet tam kuyruklu piyano var iken ve ortalama bedeli 500 bin TL’yi bulurken, bir tam kuyruk piyano kim tarafından, ne şekilde Taksim’e konulmuş, Alman piyanisti nasıl olmuşta orada çalmak için Türkiye’ye gelmiştir. Orası İstanbul diyebilirsiniz ancak, orada yaşananlar bir müzik şöleninin çok daha ötesindedir. Neden davul, zurna, mızıka, saz, bağlama, tulum değildir de piyanodur orada müzik yapmak için tercih edilen. Bunun gibi bir çok soruyu, bugün düşündüğümde soruyorum orada olan bitenler adına.
Gezi Parkı’na giden orada haftalarca kalan arkadaşlarımda yok değil. Orada oluşturulan mutfak, kütüphane, çadır alanlarının oluşturulması ilginçtir. Sabahları vardiyalı çalışanlar gibi iş yerlerine giden, çıkışta yine Gezi Parkı’na yatmak üzere gelen onlarca insan vardı biliyoruz. Oraya kütüphane kurmak da neyin nesi. 30 gün orada kalacak olsan dahi kaç kitap okur bir insan onca keşmekeşin içinde. Kütüphane kimi, neyi, hangi halk kitlesini Taksim Gezi Olayları ile birlikte temsil etmektedir. Görüyoruz ki tüm Gezi Senaryosu eğitimli diye yanlış(!) tabir ettiğimiz aslında çokça öğrenim görmüş insanlar üzerine oynanmaktadır.
#direngezi, #occupygezi. #resistgezi gibi twitter hashtag’lerinin ne anlama geldiğini çok bilmeden kullandık. Kullandık diyorum çünkü benimde göndermiş olduğum bazı tweet’ler oldu. Özellikle uluslararası anlamda çok ses getiren ve İngilizce olarak kullanılan “occupy” kelimesi, anarşist ruhlu gençliği temsil eden, ve Türkçe’de “basmak, ele geçirmek” kelimelerinin eş anlamlısı bir kelimedir. Keza “resist”, sadece sıradan bir eylem değil “ayaklanma” anlamına gelmektedir. Bu kelimeler ile Gezi Parkı eylemlerini halkların ve diğer ülkelerin gözünde meşru kılma çabası, özellikle de “one minute” çıkışları, Filistin’in haklı mücadelesine destek veren, Arakan’daki müslümanların katledilmesine ses çıkaran ve vicdani duyumlarla konuşmalar yapan Başbakan Erdoğan’a ve iktidarına bir itibarsızlaştırma çalışması haline getirilmiştir. Bunu doğrudan bu protestolara katılan ve destek veren çoğunluk yapmamış olsa bile, bu çalışmalarda liderlik etmiş ve uzun süredir de bu protestolarının alt yapısını hazırlamaya çalışan gruplar gerçekleştirmek istemiştir.
Gezi Parkı eylemleri sırasında yaşanan iletişim sorunu hemen çözülememiş, bir iletişim krizi doğmuştur. Bu durum daha sonra Vali Mutlu’nun iletişim konusunda tek sözcü olarak ön plana çıkması, gece gündüz demeden göstericiler ile görüşmesi, toplanması, onlara cep telefonunu vermesi dahi tüm iletişim kanallarını onlara açarak bu sorunun da önüne geçmiştir. Polis müdahalesinin yapılacağı gün ve saat konusunda bile uyarması, insanları o alanı boşalmasının istenmesi önemlidir.
Gezi olayları vatandaşların uzun yıllardır, ülkemizde olup bitene sessiz bir şekilde susup kabullenmesi üzerine bardağı taşıran son damla olarak artık sesini çıkarabileceği, gençlerin apolitik olmadığını gösterdiği bir dönem olmuştur. Gelin kısaca insanların neler konusunda beğenimsizliklerinin ve üzüntülerinin olduğu ama dile getiremediklerine bakalım:
- Devlet kurumlarından T.C. ibarelerinin kaldırılması,
- Nevruz’da Diyarbakır’da yapılan BDP mitingleri,
- Uzundere’de ölen vatandaşlara 125 bin TL ödenmesi ancak şehit ailelerinin yalnız kalması,
- 4+4+4 eğitim sistemi,
- Üniversite sınav sistemindeki değişiklik,
- Anayasa çalışmaları ile ilgili olarak “Türk” ibaresinin kaldırılma tartışmaları,
- Son dönemdeki özelleştirmeler; Türk Telekom gibi kurumların 20-30 yıllığına yabancılar satılması ve 1-2 senede satış bedellerini amorti etmesi,
- Barış sürecinde BDP’ye sağlanan ayrıcalıklar,
- Genç işsizliğin artması,
- Son dönemdeki kadrolaşmalar,
- vs.
Bu ve buna benzer bir çok durum, toplumun önemli bir kesiminin hoşuna gitmemiş ancak vatandaş bu gelişmelere karşı ne iktidara ne de Başbakan’a karşı sesini yükseltebilmiştir. Sabır küpüne dönen halk, Gezi Parkı senaryosu ile 12 tane ağacın kesilmesinin çok daha ötesinde tepkiler verir bir duruma gelmiştir. Bardak taşmış, insanlar tepkilerine meydanlardan aldığı güçle sesli bir şekilde dile getirmeye başlamıştı. Taa ki polisin kullandığı orantısız güce karşı şiddet gösterileri başlayınca kadar. Vatandaş böyle “taraf olma duygusu”nu farketmiş, ne yaptığını, neye ve kime inandığını sorgulamaya başlamıştı. Bu durum yalnızca vatandaşlar tarafından değil, iktidar partisinde de görülmüştür. Erdoğan hem karakteri hem de bu olayların arkasında güçlerin varlığına olan inancından dolayı tabiri caizse geri vites yapmamış, ne özür dilemiş ne de ilk günlerde mesaj alındı şekilde demeçler vermişti. Ancak Erdoğan’ın Tunus’ta olmasını fırsat bilen ve cemaate yakınlığı ile bilinen Arınç, cemaatinde global konularda etliye sütlüye dokunmaması, kendi çıkar ilişkilerini sürdürmesi yönündeki tavrına benzer şekilde, ekranların karşısına çıkıp “mesaj alındı” mesajı verip, özür dileyerek Erdoğan’a bilgisayarını parçalatmayı başardı. Keza milletvekillerinin ve bakanların açıklamaları da kendi içerisinde bir ayrılık gösteriyordu. Türkiye’deki ekonomiden faydalanma düşüncesi ile parti kademelerinde yer alanlar ile dünyada savaşların, kıyımlarım, sömürülerin sona ereceği ve insanca yaşanacak bir düzen getirme anlayışı ayrışmaya başladı. Ve Başbakan’ın ABD gezisi ile başlayan, Gezi Parkı olayları ile devam eden noktada, Erdoğan “değerli yalnızlık” diye gazeteler manşet olan ve etrafında “değerli 10’lar” ile gösterilebilecek bir azınlık ile hem Türkiye’de hem de dünya’da faiz lobisi, sömürü düzeni, saklı güçler, büyük düşler, borsa kumarı, firavunlar, İsrail ve bunun gibi bir çoğunu karşısına almış bir noktada bulunuyor.
Yukarıdaki videoda adı geçen “otpor” veya ilgili olabilecek diğer grupların ve güçlerin bu yalnızlığı fırsat bilip, Türkiye’nin üzerinde okulların özellikle de üniversitelerin açılması ile “cahil” genç kuşağı daha kolay yönlendirebileceği yeni bir plan, program içerisinde olduğunu düşünüyorum. Çok nadirde çıksa, bazı gazetelerde Gezi Parkı protestolarına katılan ekiplerin şu an da kamplarda eğitim gördükleri haberlerine rastlayabilirsiniz. Gezi Parkı, senaryonun gerçekleşmesi adına özellikle “bu bir Türk Baharı mı?” sorularının da dile getirilmeye başlaması ile başarısızlık olarak ortaya çıkmıştır.
Faiz lobisinin etkisini sade bir vatandaş olarak yalnızca borsa da görmek mümkündür. Borsa, Gezi Parkı olayları süresinde %10 düşüş yaşamıştır. Şu an da Dolar, Euro, Altın piyasalarında olan inanılmaz etki tam tersine döndürülmüştür. Dolar 2 TL, Euro 2,67 TL, Altın ise 89 TL oluvermiştir 2 haftada. Borsa’nın nasıl inip çıktığı, bu hisselerin kimlerine spekülatif hareketleri ile değer kazandığı ya da kaybettiğini bilmiyoruz. Dünya ekonomisi borsa denen sanal bir sistemin kölesi haline gelmiştir. Örneğin; ben şirketimin %10 hissesini 1,5 milyon TL karşılığında satıyorum. İlgi var ise, hisselerimin değeri bir anda şirketimin değeri 2,5 milyon TL oluyor. 1 milyon TL’nin varlığı tamamen sanal, spekülatif bir dalga etkisi, olmayan bir paradır. İşte faiz lobisi, bu olaylar ile birlikte çok etkin bir rol almış, değerine değer katmak için fırsat bulmuştur. Düşünün Garanti Bankası’nın CEO’su bile 15 bin kredi kartı iptali sonrası çıkıp açıklama yapmış, Gezi Parkı olaylarına destek verdiğini belirtmiştir. Money talks!
Yazımın buraya kadar olan kısmını yazımı yayımladığım tarihten yaklaşık 25 gün öncesinde tamamladım, şimdi devam ediyorum yazıma. Bu süre zarfında Tunus’ta gerçekleşen “Sustaining the Momentum of Arab Spring” Türkçesiyle “Arap Baharı’nın İvmesini Sürdürmek” adlı bir seminere katıldım. 15 ülkeden 33 genç aktivistin katıldığı bir seminer. Arap Baharı ile ilgili bir çok değerlendirmenin yanında, Avrupa ve Türkiye’deki sivil hareketler ile ilgili de bazı oturumları gerçekleştirdik. Bu oturumlardan birisi de Gezi Parkı olayları ile ilgiliydi. Türkiye’den katılan iki kişi olarak, diğer katılımcı arkadaşım Boğaziçi Üniversitesi İşletme öğrencisi Özge ile birlikte Gezi Parkı’nın aslında ne olduğu, Türkiye’deki etkilerinin ne olduğunu ve en önemlisi nasıl başladığını anlattık. Anlatmanın yanında bir o kadar da diğer ülkelerdeki etkilerinin ne olduğunu görmek bizim açımızda çok önemliydi. İslam çizgisinde bir parti olan AK Parti ve onun lideri Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a karşı insanların protestolarda bulunması olarak Arap ülkelerinde anlaşılmış Gezi Parkı olayları. Avrupa’da ise yeterli demokratik hakları ve özgürlüklere sahip olmayan eğitimli insanların hükümete karşı olan protestoları olarak anlaşılmış medyada. Belki iki taraftan da bakınca örtüşen noktaları olmak ile birlikte polis şiddeti ile ilgili olarak seminer katılımcılarının bilgisinin olmadığını görmek gerçekten şaşırtıcı idi. Tunus’taki izlenimlerimi bir sonraki yazımda paylaşmayı planlıyorum.
Geçtiğimiz Cumartesi günü İstanbul’a bir fuar için gittim. Her İstanbul gezimde yaptığım gibi İstiklal Caddesi’nde bir yürüyüş yapıp, Galata’ya selam verip, döndük. Gezi olaylarının arkasından neredeyse 3 ay geçmiş olmasına rağmen küçük çaplı olayların devam ettiğini görüyoruz. Özellikle PKK’nın çekilme süreci denen süreçte geri adım atması ve Gezi olaylarını devam ettirme noktasında eylemci grupların içine sızması (belki de hiç içlerinden çıkmamışlardır), üniversitelerin açılması ile Ankara ODTÜ’de olaylar başlamış bile.
Yazımı İstiklal Caddesi’nde çektiğim bir fotoğraf ile sonlandırırken, sivil toplumun yönetişim kültürü oluşturduğu bir Türkiye’de yaşamayı diliyorum.
İlginizi Çekebilir: Mafya vs Politika