Bu yazının fikir tohumları bundan yüzyıllar önce atıldı. Bu yazı, gelmiş geçmiş binlerce belki milyonlarca insanın düşündüklerinin, yazdıklarının, tartıştıklarının, paylaştıklarının yanına koskoca bir okyanusta yalnızca bir kum tanesi. Taa Eski Yunan’da filozofların akademiler kurduğu, Konfüçyus‘un yaşadığı, Descartes‘in “Düşünüyorum, öyleyse varım!” dediği, Evliya Çelebi’nin Seyahatnameyi yazdığı, nice peygamberlerin insanlığı aydınlattığı dönemlerden kalan küllerin, ufakta olsa rengi güneş kızılına çalan küçük bir alevi niteliğinde. Yaşadığımız yıl 2013… Zaman kavramının oluşturulduğu, yıl, gün, saat ve dakikaların icat olduğu ve zamanı algılamaya başladığımız günden bu yana belirlediğimiz bir milat ile yaptığımız hesaplar sonucu koskoca 2013 sene geride kalmış. 734 bin 745 gün geçmiş sıfır (0) kabul ettiğimiz yıldan bu yana. Günümüz 2013’te sahip olduğumuz düşünceler ve fikirler bizlerin salt kendimizin oluşturduğu düşünce ve fikirler değil, bizlere insanlık tarihinin ataları diye tabir edebileceğimiz Eski Yunanlılar, Hunlar, Selçuklular, Aborjinler, Mayalar, Osmanlılar, Romalılar, Endülüsler ve daha bir çok medeniyete ait. Varolan havanın içerisinde ne ararsak, kimi ararsak hepsi var. Yeterki almayı bilelim.
Felsefeyi bizler günümüz çağında Eski Yunan’dan beri başladığını biliyoruz. Yazılı ve görsel materyallerin bu kadarının günümüze kadar geldiği için daha eskisini bilmiyoruz elbet. Kimbilir daha niceleri gelmiş geçmiştir. Gel gelelim biz de felsefenin Eski Yunan’da başladığını kabul edelim. Eski Yunan’da felsefenin yani düşünbilim’in doğuşu deniz ticaretinin getirdiği zenginlik ve halkın refah seviyesinin yükseldiği dönemde olmuştur. İnsanlar maddi açıdan zenginleştikçe, nasıl geçimini sağlayacağını düşünmediği dönemde başka şeylerin arayışına girmiştir. Karnımı nasıl doyuracağımı düşünseydim bu yaptıklarımın hiç birisini yapamazdım (İbn-i Sina) Felsefe sözcüğünü “philo” ve “sophia” sözcüklerinden oluşmaktadır. “Philo” Eski Yunanca’da seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum; “sophia” ise bilge, bilgelik anlamına gelmektedir. Felsefe, entellektüel bir disiplin ve faaliyettir.
Felsefe, arayışı olan kişinin o yoldaki sürdürdüğü düşünsel eylemler bütünüdür. Felsefe, kişinin kendine yakışanı giymesi, kendine yakışanı yapması, kendine yakıştığı şekli ile hayatını sürdürmesidir, en temelde. Felsefe, arayan kişinin mevlasını bulmasıdır. Felsefe, bir düşünce sanatıdır. Felsefe, düşüncenin meyvesi, fikrin tohumudur. Felsefe, zihin bulmacası, insanın kendini ve kainatı keşfetme arzusudur. Felsefe, anlayışın gelişmesi, görüşün derinleşmesidir. Felsefe, görünmeyenin ötesini görmeye başladığımız giriş kapısıdır. O kapının anahtarı sevgidir. Anahtarın sahibi Filozoftur. Filozof, seven kişidir. Seven herkes filozoftur. O sevgi, somutun değil soyutun sevgisidir. O, soyut ile somutun şüpheciliğin soğukkanlı dengesi ile kurulmuş kusursuz uyumudur. O sevgi, yaratanın bizlere bahşettiği varoluşun sevgisidir.. Lise’deki felsefe öğretmenimin söylemiş olduğu cümle hala kulaklarımda çınlamaktadır “ilerleyen dönemlerde felsefe bilmeyenler hiç bir şey yapamayacaklar”. Gün gibi haklı olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Evet ilerleyen dönemlerde felsefe bilmeyenler, daha doğrusu düşünmeyenler, düşünceye önem vermeyenler, değerini yitirecek. Çünkü o zaman, sahip oldukları maddi değerlerin yerini soyut olan düşünceler alacaktır. Ne kadar sürer bilinmez ancak yaratıcının yarattıklarından da beklediği düşünmeleridir.
Kurân-ı Kerim’in 11. Sure (Hûd Suresi), 24. Ayetinde şöyle geçiyor: “Bu iki zümrenin durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların durumları hiç birbirlerine denk olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?”. Hiç değilse bunu bir düşünelim… Gel zaman git zaman, maddeten varolana verilen kıymet arttıkça savaşlar, kıyımlar, olumsuz etkiler başlar… Kişiler gün be gün kendinden uzaklaşır olmuş… Düşünceye değer vermek yerine, değer verdiği şey kendi değil kendi için yaratılmış olanlar olmuş. Kişi kendisinin emrine amade olanın kölesi duruma düşmüş. Öyle düşmüş ki, düştüğünü bile farketmemiş. Farketmediği gibi düşüncenin de düşmanı haline gelmiş fütursuzca. Öyle hale gelmiş ki, düşünenlerle toplum sende filozof oldun diye alay eder hale gelmiş. Bakalım gün içerisinde kafamızdan geçen düşüncelerin kaç tanesi soyut ile, kaç tanesi somut ile ilgili. Descartes’in zamanında “düşünüyorum öyleyse varım!” dediği düşünce ile bizlerin düşünce dediği şey arasında ne kadar fark var. Düşünceyi, düşünce yapan nedir? Düşünceye, düşünce diyebilmemiz için gerek ve yeter şartlar nedir, nelerdir? Hiç düşündük mü?

Düş-ün-mek… Düşünürken bizler ya düşlüyor, hayal kuruyor ya da yaşadığımız an’dan kopuyor, çaptan düş’üyoruz. Bu sebepledir ki üstad der ki: “düşünmek var, düşünmek var”, yani düşünceden düşünceye fark var… Bir yerde düşünce var, diğerinde hayal dünyasında yaşamak var… Düşüncenin özünde insan var, insanlık var. İnsanın olduğu yerde, düşünce önemlidir; düşüncenin olduğu yerde de insan. Düşüncenin olmadığı yerde insanı konuşmak çelişkilidir. Bu çelişkinin varlığını sorgulamak bile düşüncenin varlığını gerektirir. Günümüze bakacak olursak, ekonomik krizler, artan işsizlik oranları, genç nüfusun istihdam rakamlarından fazla olması, kademeler arasındaki gelir dengesizliği ve bunun gibi nedenler kamuyu çok cazip bir iş alanı haline getirmiştir. Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS) diye bilinen sınav uzun yıllar boyunca çok büyük önem arz etmezken, dershaneciliğin ülkemizde bir eğitim kültürü haline (maalesef!) gelmesiyle birlikte, nasibini alanlardan oldu. Bu gelişmelerin ışığında KPSS hazırlığı yapan dershanelerin sayısı mantar gibi çoğaldı, atanamayan öğretmenlerimiz çok şükür ki bu yeni çalışma alanında istihdam edilir oldu. Öyle bereketli bir ülkedeyiz ki, her düzensizliğin yine ekonomiye katkısı oluyor(!)
Maalesef bakan bey çok haklı. Bugün memur olmak demek, üretmemek, çalışmamak, oturduğu yerden memleketi kurtarmak, taraflı olmak, siyaseti sakız etmek ve siyasi ilişkileri ile kademelere yükseltmek, günümüz kamu çalışanını anlatıyor bize. Kamu kuralların olmadığı yerde, kralların birbirini yeme kavgası verdiği bir arena misali. Kediler tarafından aslanların boğulduğu, işi yapanın değil iş yapan gözükenin çalışkan varsayıldığı bir podyum. Kamu, misafirliğe gidilen akşamlarda dizilerin kaçırıldığı ve iş yerinde izlendiği, alışveriş sitelerinin en fazla internet trafiği oluşturduğu, içilen çay ve kahveler sonrası ofis koltuğu ile lavabo arasında mekik dokunduğu, toplantılarda işten çok toplantıda olmayanların konuşulduğu iş yerleridir. Kamu, ofis ortamında “hangi ev, araba ve malzemeyi alsam?” konularının en çok konuşulduğu, kişilerin sürekli birbirlerinden daha çok mal, mülk, makam, mevki sahibi olmaya çalıştığı yerlerdir. “Ben” kelimesinin yine en çok kullanıldığı yerdir yine Kamu. Çünkü “biz” yoktur, çalışmaların temelinde “insan” değil “kişi”nin kendisi vardır. Cümleler ben ile başlar, benim bildiğim, benim dediğim, benim düşüncem (düşünce ise tabi), benim, benim, benim…
Girişimciler için verilen teşvikler her ne kadar eskisinden daha çok olsa da, girişimci oranımız istihdam içerisinde ancak %3’ler civarındadır. Eskiden teşvikler bu kadar çok olmasa da kişiler daha girişimci idi, iş kurmakta bu kadar karmaşık değildi. Yasal olarak, devlet güvencesine girmek, girişimci olmaktan daha cazip geliyor bazıları için. Hele ki riske girecek kadar cesaretiniz yok, maddi kayıpları göze alamıyorsanız. Evliyseniz, çoluk çocuğa karışmışsanız, bakmakla yükümlü olduğun kişiler var ise ya da karnım doysun dünya umrumda değil diyorsanız kamu çekici gelebilir. Kamunun sadece belli bir kesimi için bu düşünceleri paylaşmıyorum. Öğretmenlerimiz… Öğretmenlerimiz Hasan Ali Yücel‘in talebeleri olsa, onun izinden yürüseler, eğitimin kalitesi böyle mi olurdu. 45 saatin bir fiil çalışma saati olduğu bir yasal zeminde, 15 saat ders anlatıp sonrasında verdikleri ek ders ücretlerini hesaplamaya başlamazlardı herhalde… Nereden nereye, diye insan düşünmeden alamıyor kendisini… Gelin Hasan Ali Yücel’in yaşadığı bir olayı da, Köy Enstitüleri’nin kurucusunun adını anmışken paylaşalım… Hasan Ali Yücel’in oğlu Can ve arkadaşı Gazi okumak için yurt dışına gitmek isterler. Hasan Ali Yücel “Ben Milli Eğitim Bakanıyım benim oğlumu yurt dışına okula göndermem yakışık almaz diyerek Can yerine, oğlunun arkadaşı Gazi Yaşargil’i gönderir yurt dışına. Savaş yıllarında Alman elçisinin uçağı ile Almanya’ya gitmek için hazırlanan Yaşargil’e bir sürpriz de arkadaşından gelmiş. Can, liseyi yurt dışında okumak için biriktirdiği parayı çıkarıp “Buna benim artık ihtiyacım olmayacak, sen kullan! ” diyerek arkadaşına vermiş. Yıllar sonra Can Yücel ünlü bir şair olur. Gazi Yaşargil ise dünya çapında bir tıp adamı. İşte bir kamu çalışanının göstermesi gereken hassasiyet. Bugün görüyoruz ki, mesai saatleri içerisinde insanlığın “i”sini düşünmüyor, sanki kendi işlerimizi görürcesine çalışıyoruz. Zaman zaman gündeme gelir, dışarıdan paravan şirket kuran ve ihalelere giren kamu görevlileri. Değer yargısının “insan” olmadığı, kişilerin kendi değer bildikleri için devlete sırtını dayayarak çalıştığı ortamlarda bunları olması gayet doğaldır. Bugün milletin oy vererek (ya da sistem gereği verdirilerek) meclise gönderdiği milletvekili, kendi dönemi sonrasında iş alanı yaratmak adına çalışıyorsa burada bir yanlışlık var demektir. Hasan Ali Yücel ve onun felsefesi, bu yanlış düşüncenin karşısındadır.
Gelin bir bakalım, değer addettiğimiz şeylerin farkına varalım. Nasıl bir sığ düşünce ile kişileri aldığı maaşlara, banka hesabına, evinin bedeline, arabasının markasına, mezuniyet ya da makam derecesine göre değerlendirebilir koskoca bir insan. Koskoca bir insana, yaratılmışların en güzeline, dünyada her şeyin emrine amade olan bir varlığın değer kriterinin bu denli sığ olması maalesef üzücüdür. Bu yüzyıllardan beri insanlar üzerinde kurgulanmış bir senaryodur. Kişileri bir yarışın içerisine sokmak, birbirine rakip yapmak, hedef diye gösterilen maddeye ulaşmak adına birbirini gerekirse sahanın dışına atmak. Hayvanlar alemine dair belgesellerde benzer sahneleri gözünüzün önüne getirin. Benzetmeye çalışmıyorlar mı bizi bu şekilde(!) Kamu’da çalışacak kişiler özel, ruhsal testler uygulanmalı. Kanımca, kamuda çalışacak kişilerin her anlamda örnek, başarılı, ahlaklı, donanımlı kişiler olması gerekir. Toplumsal değerlere ve insanlığa duyarlı en özel kişiler arasında seçilmelidir. Kişinin referansı topluma kattığı değer olmalı. Kamuda çalışan kişinin ruhsal gelişimi sürekli gözlemlenmeli, topluma, insanlığa hizmet etmediği görüldüğünde özel sektör istihdamına yönlendirilmelidir. Kamuda çalışacak kişilerin en az, bilgelik yolunda talebe olmalıdır.
Çok bilinen bir söz vardır, herkesin dilinde olan ancak pratikte kulak arkası edilen: “Bilgililer ilgisiz, ilgililer bilgisiz!” Çok doğru bir tespittir. Bir maalesef belli bir makam, mevkiye gelen kişiler tüm sahip oldukları imkanları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadır. Üniversitedeki bir öğretim görevlisinin mesai saatlerinin içerisinde, firmalara danışmanlık hizmeti vermesi, öğrencilerine danışmanlık yapması gereken saat dilimi içerisinde ofisinde bulunmaması gibi. Bu gibi durumların olmasının alışkanlık haline gelmesi durumu, birilerinin tekerine çomak sokan, dillendiren kişilerin 9 köyden gerekirse kovulması ama o kişilerin birlik olup 10. köyü inşa etmeyi göze aldığı gün ortadan kalkacaktır. Onuncu köyü yeniden yapacak olanlar ise filozoflar olacaklar. Onlar Eski Yunan’ın Acedemia (Akademi)sını yeniden kuracaklar. Onlar, halkın sahip olduğu refah seviyesinde hayatın anlamlandırılmasını sağlayacak, refah seviyesi gelişmemiş ise o seviyeyi yükseltecek kişiler olacaktır. Felsefe yapmak, diğer bir tabirle insanların yeniden doğması için düşünmeye başlaması gerekmektedir. Genelde tüm insanlar, özelde kısmen devlet güvencesinde olan, maddi olarak rahat olan kişiler için bu bir zaruriyettir. Çünkü çağımızdaki tüm sorunların, sıkıntıların kaynağı, düşünmemek, sorgulamamak, boyun eğmek sonucu varolan sistemde bir kukla olmaktan kaynaklanmaktadır. Devlet güvencesinde olan kişiler için düşünce bir zaruriyettir çünkü, yaşam mücadelesi veren kişilerden de sorumludur bu rahat içerisinde olan kişiler. Sunay Akın‘ın burada örneklik etmektedir: “Benim için an’da okumak vardır. Hani şimdi sen, okuyor, okuyor, okuyorsun ya. Avucunda bir ışık biriktiriyorsun. Sen o ışığı kendi yüzünü aydınlatmak için kullanırsan başka biri olursun. Fakat bir de fark edersin ki, orada karanlığa mahkum edilenler var ve bu ışık onlarındır. Ve karanlığın üstüne yürümüş olursun. Benim için hayat bu. Burada benim için önemli olan ışığı taşıyan el değil, ışığın kendisidir. Mutluluk benim için, o karanlığa doğru attığım adımlardır.” Düşünmek, düşünmek, düşünmek… Nedir bu düşünmek, nasıldır düşünmek? Gelin bir düşünelim. O zaman kamuda çalışmaktan ya vazgeçeriz ya da çalıştığımızdan daha farklı çalışmaya başlarız. Kimbilir…