İnsan… İnsan ki kendisi bilinmez, anlatılamaz, ancak yaşanır; insana dair olan ne varsa hakkında destanlar yazılabilir… Yaşadıkları edebiyat olmuş, roman olmuş, anı olmuş… Aşkları şiir olmuş, yazanları şair olmuş… Gezmiş seyehatname olmuş… Medeniyetler kurmuş tarih olmuş… Araştırmaları bilim olmuş… Sevdaları dağları delmiş… Aşka olan sevgisi Yunus, Mevlana etmiş…
İnsan dedik ya, yaratılmışların en güzeli olan insan. İnsanki duygunun ötesindeki his, aklın ötesindeki mana, bilimin ötesindeki ilim, maddenin ötesindeki mana… İnsan ki takdirlerin en ilahisi, sevginin tecellisi, ilmin tetkik edilmiş en yüce hali… İnsan ki görünenin beşeri, görünmeyenin yetki ve sahiplik makamı…
İnsan, insan ki bir nütfe ile ana karnında oluşan, 40.günü can ve ruhlanan, 9 ay bu dünyaya uygun hale gelmek için insan anası ile an be an birlikte olan, sonunda dünyaya gözlerini açan ve bir birey olarak varolan… Nedir bu dünyaya gelen insan evladının hayat amacı? Bu insan evladı neyin mücadelesini, neyin güzelliğini ve özelliğini yaşamak için gelmiştir bu dünyaya? Nasıl geldiğini bilahare düşünelim, düşünelim ki insan-ı şerif büyüklüğünü daha iyi anlamaya çalışalım… İnsan ki dertlere derman olmak için mi gelmiştir bu dünyaya, dert ortağı olmak için mi, kendisi bir dert olmak için mi? Diyor ki üstad “bir derdim var bin dermana değişmem”. Bir dertlerimiz var mı bizim, varoluşumuzu gerçekleştirmek için… Yoksa, bize ne gösterirlerse onları mı dert ediyoruz kendimize.
Adem – Adam – İnsan… Bu 3’ünün anlamları, yaşantılarımızdaki zuhuratı farklı farklıdır. Adem olmak, kişi olmaktır. Yaratılmış bir kul olmaktır, insanın gövdesidir ademiyeti.
Adam olmak, bütün olmaktır, ademin kendisi ile tutarlı olmasıdır. Önem ve ciddiyetli kişiye denir “adam gibi adam”. Büyüklerimiz bize boyumuzdan büyük işler yapmaya başladığımız da “adam olmuş” derler. Barış Manço’nun “adam olacak çocuk” programları ile büyümedi 80 kuşağındaki gençlerimiz. Ya insan olmak… Her adam olana, insan denmez… İnsan, varoluş amacını gerçekleştirebilenlere denir… Belki bu yolda olabilenlere de denir…
İnsan, ister adem olsun ister adam, tüm hareketleri kendisini saygı ile kabul ettirme arzusundadır. İnsan bu arzusunu kontrol edebilendir, yetki ve sahipliği ile bu arzusunu yaşatana çoktan teslim etmiştir. Yaşatanın arzusunu kazanmış, onun arzusu ile amaçlanmıştır bile. Bakalım girdiğimiz hallere, yaptığımız hareketlere… Her yaptığımız kendimizi saygı ile kabul ettirme arzumuzdan gelir. Bu arzu insanın öz-içgüdüsünden gelir, kendini bilen bunu öz’üne teslim eder, öz’den uzak olanlarımız ise bu arzuyu aklı ile yönlendirmeye çalışır. Öz’den uzak olanlarımız ise akıllarını öz’ünün güdümüne teslim etmek yerine, kendinden daha üstün akılların maksatlarına teslim etmektedirler. Kendini saygı ile kabul ettirme arzusunu ya kendini gerçekleştirerek yaşar insan ya da daha üstün akıllıların maksatlarına kiraya vererek. Kendini içinden sıkan ancak başka alternatifi olmadığı için adeta gözleri görmezmişçesine, saygı ile kabul edilme arzusunu yönlendiremez.
Kendimizi sürekli kabul ettirmek için yaşıyoruz. Önce buna en yakınımızdan başlıyoruz. Bakalım önce ailemize karşı olan davranışlarımıza. Akrabalarımıza, ahbaplarımıza, arkadaşlarımıza ve iş arkadaşlarımıza, tanıdıklarımıza… Ne şekilde kendimizi kabul ettirmek için uğraşıyoruz. Kendimizi nelerimiz ile kabul ettirmeye çalışıyoruz. Kendimizi, biz kendimiz olduğumuz için mi kabul ettirmeye çalışıyoruz yoksa kendimizi sahip olduğumuz makam, mevki, nam, şöhret ile, sahip olduğumuz mal, mülk ile, sahip olduğumuz diplomalarla mı, sahip olduğumuz bilgilerle mi… Kendimizi saygı ile kabul ettirme arzumuz bizlere neler yaptırıyor? Çocukluğunda saygı ile kabul edilmeyen çocuklar değil mi türlü sapkınlıklara yönelen, insanları katleden, birbirine düşeren, türlü yalan-riya içerisinde olanlar… Kendimizi saygı ile kabul ettirme arzumuz değil mi eşimize-dostumuza-arkadaşımıza yeri geldiğinde kötü sözler söyleyişimiz… O arzu değil midir, bizi dedikodulara götüren(!) O arzu değil midir, çekememezlikler, anlaşmazlıklar, kavgalar, küslükler… O arzu değil midir, bizi kendimizden çok başkasını düşündüren, kendimizden uzaklaştıran…
Herkeste, her yerde bir eskiyi yaşama arzusu. Nereden gelmekte bu eskiyi yaşama arzusu, hiç düşündük mü? Hiç düşündük mü, eskilerin nasıl yaşadığını? Hiç düşündük mü, o eski insanların – büyükannelerimizin, büyükbabalarımızın – kendilerini nasıl saygıyla kabul ettirdiklerini? Eski çarşıları gözümüzün önüne getirelim, meslek sahibi ustaları, yaptıkları ev işleri ile mahalledeki ihtiyaçları gidermesiyle tanınan bilinen teyzeleri, hayvanseverlikleri nam salmış olan büyüklerimizi, ticaret erbaplarını ve daha nicelerini… Kendilerini saygı ile kabul ettirme arzusunu o kadar içten, o kadar gönülden yaşamışlar ki, uğraşları sayesinde isimlerinden öte lakapları ile anılmışlar zamanında. Her biri toplum adına faydalı işler yaparken, bu kabul edişi aile kültüründe de yaşamışlardır. Aile toplumu, toplum aileyi geliştirmiş, meslekler zenginleşmiştir. Taa ki saygı ile kabul edilme arzusu, yıkıcı zihniyetin sömürü düzeninin maksatlarına kayıncaya kadar.
Bakalım en yakınlarımızla olan fikri çatışmalarımıza. Aynı evde iki kişi var, biri ak diyor diğeri kara diyor. Birinin dediğine diğeri karşı, diğerinin dediğine de öteki. Ve artık bu bize çok normal bir durummuş gibi geliyor. Kendini saygı ile kabul edilme arzusu, kendimiz dediğimizi, bizi yaşatanı, özü, bilmediğimiz için hep başkalarının arzusuna maşa oluyor. Hani “Aklın yolu bir”di? Akıllı olmanın bir çok yolu var, kişiden kişiye göre elbet farklılık gösterebilir, ancak aklı kullanmanın yolu birdir. Gelin bırakalım akıllı olmayı, aklımızı kullanmaya bakalım…
Bırakalım bizi bugüne gelen referanslarımızı, bilgilerimizi, tecrübelerimizi. Yeterince akıllı olmadık mı bugüne kadar, akıllı olmak getirmedi mi bunca problemi başımıza. Hep akıllı olmadık mı, en sevdiğim dediklerimize, kırmakdık mı kalplerini çok akıllı olduğumuz için. Akıllı olarak hiç bilmedik mi alttan almamayı… Akıllı olarak kaybetmedik değer verdiklerimizi(!) Akıllı olmaktan dolayı hep olmadık mı yalnız kalan, yalnız bırakan… Demiyor mu “siz hiç akletmez misiniz?” Hiç dememiş bize “siz hiç akıllı olmaz mısınız?” Yaratan’ın verdiği en büyük 2 emanetten biridir “akıl” bizlere. Hadi kullanalım aklımızı da, artık kendimizi saygı ile öz’den kabul ettirelim. Öz’den kabul edelim kendimizi. Öz’e kabul ettirelim kendimizi. Kendimizi başkalaştırmayalım, ötekileştirmeyelim. Daha üstün akıllıların maksatları peşinde daha akıllı olacağım diye, kendimizi saygı ile onlara kabul ettirmeye uğraşmayalım.
Varoluşumuzu, kendimizi kucakladığımız ve saygı ile kabul ettirdiğimiz günlerimiz bol olsun…
Not: 0-3 yaş çocukların çevresindeki hiç kimsenin etkisinin altına girmeyişini, kendisini saygı ile kabul ettirme arzusunun en baskın yaşam dönemi olduğunu, kendisini dinlemeyen kendisi ile ilgilenmeyen kişilerin dikkatini çekmek için ellerinden geleni yaptıklarını iyi gözlemleyelim.